Akdeniz: Dünya devriminin yeni havzası!

The Mediterranean: new basin of world revolution!

البحر الأبيض: الحوض الجديد للثورة العالمية

مدیترانه: حوزه جدید انقلاب جهانی

Il Mediterraneo: nuovo bacino della rivoluzione mondiale!

Μεσόγειος: Νέα λεκάνη της παγκόσμιας επανάστασης!

Derya Sıpî: Deşta nû a şoreşa cihânê

Միջերկրական ծով: նոր ավազանում համաշխարհային հեղափոխության.

El Mediterráneo: Nueva cuenca de la revolución mundial!

La Méditerranée: nouveau bassin la révolution mondiale!

Mediterrâneo: bacia nova da revolução mundial!

Lenin’in gizli mirası

Komünist Enternasyonal’in (Komintern) II. Kongresi: Lenin, hemen arkasında Maksim Gorki, onun yanında Komintern Başkanı Zinovyev, Hindistan delegesi M. N. Roy, Lenin’in kızkardeşlerinden biri, solda trabzanlar üzerinde oturan Karl Radek, Nikolay Buharin. II. Kongre Lenin’in mirasında çok önemli bir yer taşımaktadır.

 

 

 

 


 

Devrimci İşçi Partisi’nin de mensubu olduğu Hristo Rakovski Uluslararası Sosyalist Merkezi ve RedMed internet ağı, geçtiğimiz Pazar günü, 21 Ocak 2024’te, Lenin’in ölümünün 100. yıldönümünde, “100 Yıl Sonra Lenin’in Mirası” başlığıyla uluslararası çevrimiçi bir konferans düzenlediler. Dokuz saat süren ve sonunda Filistin sorununa ilişkin özel bir oturum düzenlenen konferans, katılan herkesin ortak kanısına göre son derece başarılı geçti. Konferansın genel gidişatını değerlendiren bir yazıya pek yakında sitemizde yer vereceğiz. Konferansın açılışında Yunanistan EEK (İşçilerin Devrimci Partisi) Genel Sekreteri Savas Mihail-Matsas Rakovski Merkezi adına, yoldaşımız Sungur Savran ise RedMed adına birer açılış konuşması yaptılar. Savas yoldaşımızın konuşmasının metninin Türkçeye çevirisi tamamlandığında onu da yayınlayacağız. Aşağıda Sungur yoldaşımızın konuşmasının metnini yayınlıyoruz.

 

Bugün, 21 Ocak 2024’te, ölümünün günü gününe 100. yıldönümünde, Latin Amerika’dan Avustralya’ya, İskandinavya’dan Güney Afrika’ya yayılan geniş bir coğrafyadan yoldaşlarla birlikte, Lenin’in teorik, politik, pratik devrimci mirası üzerinde konuşmak üzere buluşmuş bulunuyoruz. 

Ama Lenin’in mirası ya anlaşılmamıştır ya kasıtlı olarak inkâr edilmiştir ya da sessiz şekilde reddedilmiştir. Bununla Lenin’in Marksist programa, strateji kavrayışına, örgütlenme yöntemlerine, özellikle devrimci partiye ve teoriye yaptığı katkıyı kast etmiyoruz. Bunlar doğru ya da yanlış biliniyor, tartışılıyor. Bizim kastettiğimiz başka şey. Lenin’in Cihan Harbi’nin başından itibaren, yani hayatını son onyılı boyunca (1914-1924) devrimci pratiği, dünya devriminin ileri taşınması bakımından bütünüyle orijinal bir programatik ve stratejik vizyonun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Son yüz yıl boyunca görmezlikten gelinen ya da inkâr edilen mirastan söz ederken işte bu stratejik vizyonu kast ediyoruz.

Bugünkü konuşmamızda, bu enternasyonalist vizyonun doruğunu oluşturan tek bir konuyu ele alacağız. Bunu “uluslar sorunu” olarak niteleyeceğiz. Bu, Lenin’in bu alandaki düşüncesine ve pratiğine verilen adla “ulusal sorun”dan farklı bir alan olarak çıkar ortaya. Bu ayrımı neden yaptığımız bu konuşma içinde ortaya çıkacak.

Neden yalnızca bunun üzerinde duruyoruz. Birkaç nedeni var bunun. İlkin, bugüne kadar bu konu hemen hemen hiç doğru dürüst ele alınmamıştır. Tabii ki bunu söylerken “ulusal sorun”dan söz etmiyoruz. O mesele gayet yaygın olarak tartışılmıştır. Bizim bu konuşmada ele alacağımız “uluslar sorunu” ise hep kenarda kıyıda kalmıştır, “ulusal sorun”dan farkı dahi anlaşılmamıştır, fark edilmemiştir.

İkinci neden şu: Bu alan, Lenin’in millî komünizme karşı 20. yüzyılda dünya devriminin baş sözcüsü olarak öne çıktığı alandır. 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyiminin ve işçi devletlerinin çökmüş olmasının ardındaki ana neden, komünist hareketin dünya devrimi meselesine uygun yöntemlerle yaklaşamaması olduğundan, uluslararası komünizm, başta Sovyet bürokrasisi olmak üzere, hareketin birçok temsilcisinin ihanetine uğradığından, dünya devrimi ve enternasyonalizm ile tek ülkede sosyalizm ve millî komünizm arasındaki kutuplaşma geleceğin yani 21. yüzyılın sosyalizmi açısından üstesinden gelinmesi gereken en hayati sorundur. Bu konuda “ne yapmalı?” sorusuna cevap Lenin’de mevcuttur. Lenin’in mirası, geleceğin sosyalizmi için, parti ve Enternasyonal konusunun ötesinde, program, strateji ve metod bakımından da gerekli olan unsurları içermektedir.

Üçüncüsü, bu konu maalesef sadece dar kafalı millî komünizm temsilcilerince değil, Lenin’e öznel bakımdan en sadık kalmış izleyicilerince, hatta devrimci Marksist geleneğin en iyi unsurlarınca bile anlaşılmış değildir. Lenin’in ne Sovyetler Birliği’ne, büyük bir mücadele sonunda ortaya çıkan biçimi kazandırabilmek için verdiği kavganın anlamı ne Rusya’nın “Şark” halklarını, özellikle Müslüman halkları kazanmak amacıyla izlediği politik hat ne de geleceğin Dünya Sosyalist Cumhuriyeti’ne gidişte izlenmesi gereken yol konusundaki vizyonu bugüne kadar hak ettiği bütünsellik içinde kavranamamıştır.

“Uluslar sorunu”

Peki, bu “uluslar sorunu” olarak andığımız konu nedir aslında? Bu sorun hiç durmaksızın tartışılmış olan “ulusal sorun” ile aynı kapsama sahip değildir. Onu içerir ama ondan ibaret değildir. Herkesin malûmu olan ve Lenin’in bitmek tükenmek bilmeyen çabaları sayesinde Bolşeviklerin programının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olan “ulusal sorun”, üzerinde konuşmakta olduğumuz “uluslar sorunu”nun unsurlarından sadece biridir.

Bu iki sorunu karşılaştırarak aradaki farkı anlayabiliriz. “Ulusal sorun” esas olarak bir ezen ulus ile ezilen ulus(lar) arasındaki ilişkilere yönelik olarak komünistlerin nasıl bir politika izlemeleri gerektiği sorunuyla ilgilidir. Genellikle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) ilkesiyle ilişkilendirilir. Ve çok yaygın biçimde bir “demokratik sorun” olarak, yani sosyalizm veya komünizm ile doğrudan bağı olmayan, yalnızca bir “demokratik hak” konusunu ele alan bir sorun olarak sunulur. Bu anlamda, Marksist düşünce ve pratikte örneğin siyasi haklara ya da işçi sınıfını örgütlenmesine ilişkin haklara (sendika, grev vb.) benzer bir statüye sahiptir. 

“Uluslar sorunu” çok daha geniş kapsamlıdır. Bir “demokratik sorun” olarak ele alınmaz, tam tersine sosyalizmle ve komünizmle doğrudan bağlara sahiptir. İçeriği yalnızca (mesela Marx’ta İrlanda sorununun ele alınışında görüldüğü gibi), sosyalist devrimin gerçekleşebilmesi için uluslar arasındaki ilişkilerin nasıl ele alınması gerektiğini ortaya koyan bir taktik mesele değildir. Burada ulusal sorun sosyalist devrimin ulusları ortadan kaldıracağı güne kadar nasıl ele alınmalı, sadece bu soru vardır. Oysa 1914’te Kautsky’lerin ve Ebert’lerin, Longuet’lerin ve Plehanov’ların, Cihan Harbi karşısındaki toptan ihaneti sonrasında, Lenin artık dünyada çok sayıda ulusun varlığının sosyalizmin inşası bakımından bir sorun olarak ele alınması ve sosyalizmin inşası sürecinde bu yüzden oluşabilecek engellerin hassasiyet ve temkin içinde aşılarak komünizme yürünebilmesi için ne yapılması gerektiği konularında derinlemesine bir düşünce süreci başlatmıştır.

Öyleyse Lenin ortaya, Marksist hareketin tarihinde yepyeni bir soru atmış olmaktadır. Marx ve Engels için İrlanda’nın özgürleşmesi Britanya’da sosyalist devrim için bir önkoşuldu. İrlanda ulusu İngiltere’ye tâbi olarak kaldığı sürece, işçi sınıfı ulusal çizgilerde bölünmüş olarak kalacaktı. 1914’e kadar Lenin’in sebatla inatla ulusal sorun üzerinde durmasının nedeni de aynıydı, Çarlık Rusya’sının bir “halklar hapishanesi” olmasından kaynaklanıyordu. Ama şimdi, 1914’ten sonra (nedenlerine, yukarıda işaret edilen ihanet ötesinde, burada giremeyiz) Lenin bambaşka bir sorunu gündemin merkezine almıştır: çelişik, hatta hasmane çıkarlara sahip uluslardan oluşan bir dünyada proletarya diktatörlüğü bu çok sayıda ulusun arasındaki çelişkileri nasıl ele alacak ve aşacaktır? 

İşte “uluslar sorunu” budur. Bu sorun bir “demokratik hak” sorunu değildir, kapitalist toplumdan sınıfsız topluma giden yolda yaşanacak geçiş toplumunda sosyalizmin inşası sürecine ilişkin bir sorundur. Ayrıca, farklı ulusal bağlamlarda farklı yöntemlerle çözülebilecek taktik bir mesele değildir. Komünist programın bütününün kaderini belirleyecek türden stratejik bir meseledir.

Tartışacağımız sorun budur. Zamanımız sınırlı olduğu için meselenin her bir veçhesini ancak kısaca ele alabileceğiz. Şunu da belirtelim: Burada zaman sınırı dolayısıyla meselenin Rusya içindeki veçhesi ile uluslararası veçhesini ayrı ayrı ele alacağız. Bu meseleyi kaçınılmaz olarak şematikleştirecektir. Çünkü aslında “uluslar sorunu” tartışılırken iç/dış ayrımı görelidir. İkisi Lenin’de iç içedir. Okurumuz bunu aklında tutarsa meseleyi daha esaslı biçimde kavramak bakımından yararlı olur.

I. “Ulusal sorun”un çözüme kavuşturulması için siyasi program

Lenin’in geleneksel “ulusal sorun”un çözüme kavuşturulması için ortaya koyduğu siyasi program, 1914 sonrası yeni stratejik vizyonunun bir parçası olmaya devam etmektedir. Önce bu konuya el atalım. Söz konusu program üç başlık altında özetlenebilir:

  1. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı: Bu, daha önce her bir ülkenin ya da coğrafyanın işçi sınıfını ulusal çizgilerde bölünmekten kurtararak birleştirebilmek amacıyla uygulanması öngörülen demokratik ve taktik önlemin devamıdır. Bu hak ezilen uluslara, eski ezen ulusun proletaryasının iktidara geçtiğinde, örneğin 1917 sonrası Rusların, 1944 sonrası Sırpların, 1949 sonrası Hanların proletaryasının ezilen uluslar üzerinde eskiden burjuvazinin uyguladığı tipten bir baskı ve zulmü uygulamayacağına ilişkin bir garanti olarak iş görür. Böylece, ezen ve ezilen ulusların proletaryasının birlikte bir sınıfsız toplum inşasına girişmesinin mümkün ve anlamlı olduğu ortaya çıkmış olacaktır.
  2. Federalizm ilkesi: Lenin hayatının sonuna kadar ekonomik merkeziyetçiliğin ateşli bir taraftarı olarak yaşadı. Devrimden önce bu yüzden federalizme karşı idi. Ancak, ezen ulus şovenizminin proletaryanın, hatta onun öncüsünün bağrında bile inatçı şekilde varlığını sürdürdüğünü gördüğü için hızla yüzünü federalizme dönecek, ekonomik merkeziyetçilikte ısrar etmekle birlikte başka konularda ezilen uluslarasın kendilerini yönetmesine öncelik verecekti.  Üstelik federalizm ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ile destekleniyor ve bütünleştiriliyordu.
  3. Uluslar arasında biçimsel eşitliğin ötesinde gerçek eşitliğin sağlanması: Lenin, aynen yasa önünde eşitliğin sınıflar arasında devasa eşitsizliklerle el ele giden burjuva toplumunun iç ilişkilerinde olduğu gibi, ezen ulus ile ezilen ulus(lar) arasında biçimsel eşitliğin en iyisinden küçük burjuva bir tutum olduğu ve sonunda mutlaka burjuva bir tutuma dönüşeceği kanısındaydı. Bu nedenle ezilen uluslar lehine bugün “pozitif ayrımcılık” olarak anılan türden önlemler alınmasını savunuyordu.

 

II. Devrimci pratikte strateji ve taktik

Lenin’in, devrim ve sonrasında, Bolşevik Parti içinde çok değişik çevrelerin direncine rağmen (ama Trotskiy’in eksiksiz desteğiyle) izlediği strateji bu programatik doğrultu ile tam bir uyum içerisinde olmuştur.

  1. Beş ulusun kendi kaderini tayin hakkının barışçıl tarzda tanınması: Finlandiya, üç Baltık ülkesi (Estonya, Litvanya, Letonya) ve (biraz daha tartışmalı olmakla birlikte) Polonya’nın bağımsızlık seçişi, yeni Sovyet hükümeti tarafından hiçbir şekilde zora başvurmadan tanındı. Böylece, hükümetin, Bolşeviklerin teorik ve programatik alanlarda tanıdığı UKKTH’ye pratikte de saygı gösterdiği ve göstereceği tescil edilmiş oluyordu.
  2. Eski Çarlık İmparatorluğu’ndaki Doğu halklarının kendine özgü ulusal ve dinî hassasiyetlerine aşırı bir özenle yaklaşma: Bu haklar arasında sınıf yapısı bakımından proletaryanın varlığı ancak bazılarında, o da sınırlı biçimde görülmekle birlikte, bu politika bunların neredeyse tamamının Sovyet rejimine kazanılmasıyla sonuçlanacaktı. 
  3. Sovyetler Birliği’nin eşitlikçi temellerde kurulması: Bunun anlamı esaslı bir varlığa sahip olan uluslar arasında köklü biçimde eşit ilişkilerin kurulması, küçük uluslar için onurlu bir özerklik çözümünün sağlanması ve hâkim Rus ulusuna hiçbir ayrıcalığın tanınmaması idi. Lenin 1922 yılı boyunca çok büyük sağlık sorunlarıyla boğuşurken, Stalin ve başında olduğu Millî Meseleler Komiserliği’nde kendisi gibi düşünen bir dizi yönetici, eski Çarlık Rusya’sının dört bir köşesinde kurulmakta olan Sovyet hükümetlerinin (Rusya, Ukrayna, Belarus, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan vb.) tek bir çatı altında birleştirilmesine ilişkin “özerkleştirme” adı verilen bir proje hazırlıyordu. Buna göre, bütün öteki uluslar, daha önce 1918’de zaten kurulmuş olan Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’ne özerk cumhuriyetler olarak katılacaktı. Bu onları (Başkırdistan ya da Dağıstan gibi) çok daha küçük uluslara verilmiş olan statüyle eşitlemek anlamına geliyordu. Lenin bu projeye karşı dişiyle tırnağıyla mücadele ederek hepimizin tanıdığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulması mücadelesine girişti ve bu mücadeleyi kazandı. Bu, Sovyet topraklarında büyük ulusal gruplar arasında tam bir eşitlik kurulmasını sağlıyordu. Henüz sadece biçimsel bir eşitlik ama tam eşitlik. Lenin’in hasta yatağında Stalin ve şürekâsına karşı “Uluslar ya da ‘Özerkleştirme’ Sorunu” yazısını sekreterlerine dikte etmesi de bu bağlamda olmuştur. Bu metin Lenin’in uluslar arasında biçimsel eşitliğe karşı gerçek eşitliği ve bu temelde “pozitif ayrımcılığı” savunduğu en esaslı metindir. 
  4. “Karenizatsiya”: Çarlık Rusya’sının yalnızca en büyük ulusları değil, en küçük ölçekli uluslar ve milliyetler dahi federal cumhuriyetin bağrında kendi federatif birimlerini yönetme hakkını elde ediyordu. Her ulusun kendi halkı, federal ortak dil olan Rusça’nın yanı sıra kendi dillerini öğrenerek ve kullanarak bütün toplumlarını seferber etme yoluyla onlarca, hatta bazen yüzlerce yıl boyunca Çarlık rejimi altında yaşanan bir kölelik döneminden sonra nihayet bir ulusal rönesans yaşıyordu. Bu düzenlemeye, Rusça’da, diğer dillere kolayca çevrilemeyen bir terimle “karenizatsiya” adı verilecekti. “Yerinden yönetim” ile “ulusal-kültürel uyanış” fikrini birleştiren bir terimdir bu.

İşte Sovyetler Birliği’nin başlangıçta şaşırtıcı bir güzelliğe kavuşan ulusal yapılanmasının sağlam zemini budur. Bürokrasinin on yıllar boyu millî komünizm ve Rus milliyetçiliği peşinde koşması ve bu yönde aldığı tedbirler bile bu yapıyı tamamen ortadan kaldıramamıştır. Yugoslavya gibi çokuluslu diğer sosyalist ülkelerde onlarca yıl boyunca süren eşitlikçi ulusal politikaların öncülü de işte bu deneyim olmuştur.

III. SSCB’nin benzersiz ulusal karakteri

Lenin’in ısrarla ulusların ayrılma hakkını ve biçimsel eşitliğin ötesinde gerçek eşitliği savunmasının meyvesi, Ekim devrimi sonucunda kurulan devletin modern çağda var olan hiçbir devlete benzemeyen bir devlet yapısı temelinde kurulması oldu. SSCB, modern çağın tamamında devlet inşası bakımından benzersiz bir vak’a olarak öne çıkmaktadır. 

Belki bazılarınız ABD resmî terminolojisinde ve aydınların dilinde kullanılan “ulus inşası” terimi yerine “devlet inşası” türünden bugüne kadar pek de duyulmayan bir terim kullandığımızı fark etmişsinizdir. Başka ne yapabilirdik ki? Meseleyi en çıplak haliyle ifade etmek için soralım: ulus-devletler çağında bu devlet hangi ulusu temsil ediyor(du) ki “ulus inşası”ndan söz edelim? Bu sorunun cevabı nedir? Sessizlik. Herhangi bir ulus yok ortada. Modern çağda ilk kez, adında bir ulusun adını taşımayan, hatta bir coğrafi bölgeye bile atıf yapmayan bir devletle karşı karşıyayız. SSCB ulussuz bir devlettir. Öyleyse, şayet Lenin’in düşündüğü gibi, sosyalizme geçiş dönemi bütün ulusal bölünmeleri aşmak ve geride bırakmak zorunda ise, SSCB, henüz içerik olarak değil ama biçimsel açıdan ulusların aşılması, aufhebung’u açısından yola çıkmıştır bile. 

Bu ulussuz devletin tam karşı kutbunda federe birimler, yani aynı yapının parçaları olan özerk bölgeler, özerk cumhuriyetler ve Sovyet cumhuriyetleri bulunur. Bunlar, Çarlık Rusyası’nın ölüme mahkûm etmiş olduğu milliyetlere, dillere ve kültürlere hayatiyet kazandıran birimlerdir. SSCB döneminde ise o ulus ve milliyetlerin dirilmesi açısından en iyi koşulları yaşamaktadırlar.

Lenin’in geçiş dönemi devleti kavrayışının merkezinde yer alan bu çelişkinin anlamı nedir? Neden ulus inşası şevkiyle dolu, karenizatsiya ile önleri açılmış alt birimlere sahip bir ulussuz devlet? Ulusal uyanış ve karenizatsiya politikasının ulussuz bir federal devlet ile bir araya gelişi aslında tam da Lenin’in savunduğu biçimsel eşitliğin değil gerçek eşitliğin savunulması gerektiği ilkesinin cisimleşmesidir. Ulusların yalnızca biçimsel anlamda değil gerçek anlamda da eşit olması için gereken “pozitif ayrımcılık”tır demiştik. İşte burada tam da bir ulusun, yani geçmişin ezen ulusunun, gelişmesinin, deyim yerindeyse, “durdurulduğu”, buna karşılık bütün ötekilerin ulusal dirilişlerini ve bilinçlerini ileri taşıyabilmek bakımından olanaklara kavuşturulduğu bir durum ile karşı karşıyayız. Biçimsel eşitliğin ötesinde gerçek eşitliğin sağlanabilmesi için mücadelenin daha iyi bir yolunu bilen var mı?

IV. Uluslararası alan için stratejik vizyon

Şu ana kadar iki temel noktayı saptamış bulunuyoruz: İlkin, Lenin’in proletarya diktatörlüğü döneminde uluslar arasındaki ilişkilere yaklaşımı, meselenin Marksistler arasında ulusal sorunun tartışılmasında daha önce hiç sözü edilmemiş bir yeni anlam kazanmasına yol açmıştır (Kısım I). İkincisi, bu yeni bakış açısı Lenin’in genç Sovyet devletinin inşası konusundaki devrimci pratiğine çok farklı açılardan tercüme olmuştur (Kısım II ve Kısım III). Şimdi tabloyu tamamlamak için gözlerimizi Lenin’in “uluslar sorunu”nu ülke içinde ele alış tarzının uluslararası alana projeksiyonuna çevireceğiz. Konunun konuşulacak başka yönleri de olmakla birlikte biz dört asli boyutun altını çizmeyi amaçlıyoruz. Bolşevizmin ulusal sorun konusunda Komintern aracılığıyla uluslararasılaşması: Komünist Enternasyonal (Komintern), Bolşevik Parti’nin devrimci örgütsel ve siyasi bakışının adım adım başka ülkelerdeki yeni komünist partilere aktarıldığı örgütsel mecra oldu. (Hayatının sonuna doğru Lenin bunda aşırıya kaçılmış olduğunu düşünmeye başladı ama bu bugünkü konuşmamızın konusu değil.) “Uluslar sorunu” açısından bakıldığında Komünist Enternasyonal’e katılmak için belirlenen 21 Koşul arasında yer alan 8 numaralı koşul, büyük önem taşır. İkinci Enternasyonal mensubu sosyal demokrat partiler içindeki bir dizi etkili akım, emperyalist sömürgeciliğe hayırhah bakıyor, hatta bazıları emperyalizmi, “ilkel kavimler”e “uygarlık” ve ilerleme getireceği için olumlu buluyordu. Bu bağlamda 8 numaralı koşul, emperyalist ülkelerin komünist partileri için katı bir kural getiriyordu: Bunlar kendi devletlerinin ve ordularının emperyalist politikalarına karşı, sadece sözlerle değil fiilen mücadele etme ve sömürgelerin halkının yanında durma yükümlülüğü ile görevlendiriliyordu 

  1. Emperyalizme karşı mücadele ile sosyalist devrimin birliği: Emperyalist ülkelerin komünist partilerinin görevlerinin ters yüzü Lenin’in köylü ülkeleri için savunduğu doğrultudur. Cihan Harbi öncesi ve sonrasında Asya’da, özel olarak da Ortadoğu’da (Batı Asya’da) ve Çin’de yaşanan gelişmeler temelinde, Lenin köylü ülkelerinin Rusya’da kurulmuş olan proletarya diktatörlüğünün hegemonyası altında doğrudan doğruya sovyetleşmeye yönelebileceği kanısındadır. Daha sonra Sovyetler Birliği’nin başından geçen her şeye rağmen 20. yüzyıl devrimi gerçekten de böyle ilerlemiştir. 
  2. Dünya Sosyalist Cumhuriyeti’ne geçiş konusundaki stratejik vizyon: Uygulanan bütün öteki politikalardan çok daha önemli olan ama şimdiye kadar gölgede kalmış olan vizyon, Lenin’in bir ya da birkaç ülkede proletarya diktatörlüğünden Dünya Sosyalist Cumhuriyeti’ne geçiş için oluşturduğu stratejidir. Lenin yaşayıp görecek olsaydı, İkinci Dünya Savaşı içinde ve ertesinde her biri proleter devletlerinin kurulması ile sonuçlanan devrimlerin zafere ulaştığı ülkelerde sosyalist hükümetlerin ulusal temellerde kurulmasını millî komünizm olarak yerden yere vururdu. Onun kendi stratejik vizyonu, 1920’de toplanan Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’nde, kendisinin kaleme almış olduğu taslağın, iki kez komisyonda görüşüldükten sonra genel kurulda yalnızca üç çekimser oyun dışında oybirliğiyle kabul edilmesi temelinde Komintern’in uluslar sorununa ilişkin politikası haline gelmiş olan “Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu Üzerine Tezler”de ortaya konulmuştur. Bu kararın 6., 7. ve 8. maddeleri, yeni sosyalist devletlerin federasyon biçimi altında birleşerek en sonunda “bütün ülkelerin proletaryasınca düzenlenecek bir ortak plana göre birleşik bir dünya ekonomisi yaratması”na kadar uzanacak hedefler uğruna çalışmasını öngörmektedir.
  3. Köylü ülkelerinin de sovyetleşerek bu federasyona katılması: Sosyalist bir federasyonda birleşme yalnızca ileri düzeyde gelişmiş bir kapitalist sınıf yapısına sahip ülkeler için değil köylü ülkeleri arasında uygun siyasi doğrultuya girenler için de geçerlidir. Lenin elbette her bir vak’anın kendi özellikleri temelinde değerlendirilmesi gerektiğinde ısrar eder. Ama hiçbir sömürgenin bağımsız bir ulusal devlet kurarak ekonomisini emperyalizmin hâkimiyetinden kurtaracak tarzda kalkındıramayacağı konusunda ısrarlı uyarılarda bulunur. Emperyalist burjuvaziyi “politik olarak bağımsız ülkeler yaratılması maskesi altında ekonomik, finansal ve askerî bakımlardan tamamen kendilerine bağımlı olan devlet yapıları kurmak”la suçlar. Amaç “her nerede mümkün olursa, köylüleri ve sömürü mağduru olan bütün kitleleri sovyetlerde örgütlemek ve böylece Batı Avrupa’nın Komünist proletaryası ile Doğu’daki, sömürgelerdeki ve geri ülkelerdeki devrimci köylü hareketleri arasında mümkün olduğunca sıkı bir bağ kurmak” olmalıdır.

Sonuç

Bütün bu söylenenlerin ışığında, en ufak bir tereddüde düşmeksizin söyleyebiliriz ki Lenin’in hayatının son yıllarında ileri sürdüğü stratejik vizyon, komünizmin geleceği açısından, İkinci Dünya Savaşı içinde ve ertesinde iktidara gelen komünist partilerinin önderliklerinin tuttuğu yoldan bütünüyle farklı, daha doğrusu ona taban tabana karşıt bir patikaya işaret etmektedir. Lenin’in vizyonu daha sonraki önderliklerden bütünüyle farklı ise, bunun nedeni baştan sona enternasyonalist bir bakışla, bir dünya devrimi yönelişiyle şekillendirilmiş olmasındandır.

Buradan hareketle daha sonraki önderlikler konusunda ne yargıya ulaşabiliriz? Bu konuşma çerçevesinde 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyiminin yüz kızartıcı iflasının ayrıntılı bir analizine girişecek değiliz. Ne de Sovyetler Birliği’nin Lenin sonrası önderliği ve daha sonra yaşanan sosyalist devrimlerin önderlikleri hakkında bir yargıya ulaşmak konumuz burada. Tek bir şey söylemekle yetineceğiz: 20. yüzyıl sosyalizm deneyimi millî komünizmin ve tek ülkede sosyalizm sözde programının kayalıklarına çarparak tuzla buz olmuştur.

Bir an hayal edelim: Stalin ve Mao, Ho Şi-Min ve Tito ve ötekiler Lenin’in öğretisine sadık kalsalardı, 1950’li yılların başına geldiğimizde, batıda Orta Avrupa’dan doğuda Doğu Çin Denizi ile Sarı Deniz’e kadar, kuzeyde Arktik Okyanusu’ndan güneyde Akdeniz’e ve Pasifik’e kadar uzanan tek bir sosyalist federasyon yaratılmış olabilirdi. Dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip ülke (Rusya) ile dünyanın en yüksek nüfusa sahip ülkesini (Çin) birleştiren tek bir sosyalist federasyonu hayal edebiliyor musunuz? Bu tür bir ülkenin, ölçek ekonomileri, adil ve yerinde bir işbölümü ve bilimsel-teknik alışveriş ve işbirliği temelinde ne kadar hızlı bir büyüme ve sanayileşme temposuna ulaşabileceğini görebiliyor musunuz? Böyle bir devletin askerî bakımdan emperyalizm karşısında nasıl güçlü bir direniş odağı haline gelebileceğini düşünebiliyor musunuz? 

Buna Lenin’in köylü toplumlarının Sovyetler Birliği hegemonyası altında sovyetleşmesi konusunda söylediklerini eklersek ve çarpıcı bir örnek ele alacak olursak, bir an için Hindistan’ın bu sosyalist toplumlar birliğine iltihak ettiğini varsayabiliriz. Bu durumda dünyanın en yüksek nüfusa sahip ikinci ülkesi de sosyalist federasyona katılmış olacaktı. Federasyonun güney sınırları Hint Okyanusu’nun kıyılarına da ulaşmış olacaktı. Kapitalist restorasyon, muhtemeldir ki, en azından on yıllar boyunca ertelenecekti. 

Öyleyse, gelecek için alternatifimiz Lenin’dir. Bu, henüz hiç denenmemiş olan alternatiftir.