Aşağıdaki metin Kristiyan Rakovskiy Balkan Sosyalist Merkezi ile RedMed internet ağının ortak bildirisidir. Metnin orijinali İngilizce’dir. Burada yayınlanan Türkçe çeviri Özdeniz Pektaş tarafından yapılmıştır.
Dünya 2016 yılına kaygı ve dehşet dolu bir ortamda girdi. Lehman Brothers’ın çöküşünden sekiz yıl sonra, dünya kapitalizminin krizi hala çözülebilmiş değil ve kriz hızlı biçimde derinleşiyor. Kriz, insanlığı vahşi kemer sıkma politikalarının cenderesine sokarken, işsizliği, eşitsizliği ve sefaleti büyütüyor ve daha fazla insanı evsiz bırakıyor. Faşist vebanın bir kez daha baş göstermesine imkân veren bir sosyo-ekonomik ortam yaratıyor. Krizin çelişkileri, Orta Doğu’yu, Afrika’yı, eski Sovyet ülkelerini ve başka yerleri savaşlarla yangın yerine çevirirken, Dünya’yı Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesinin eşiğine getiriyor. Yalnızca insanoğlunu değil, tüm canlı varlıkları tehdit eden bir çevre yıkımı sürecini başlatmış bulunuyor.
Kemer sıkma, işsizlik, savaş, faşizm, otoriteryenizm ve iklim değişimi felaketlerinden şikâyet etmek tek başına yeterli değildir. Bunların arkasındaki dinamikleri anlamaya ve nesnel durumun gerekliliklerine uygun olarak, bu felaketlerle mücadele etmeye ihtiyacımız var. Dünyadaki sol hareketler, sözde sosyal demokrasi, bir dönemin resmi komünist partileri ya da onların şu anki temsilcileri, yozlaşmış bürokratik devletlerin (Sovyetler Birliği, Çin, Doğu ve Orta Avrupa vb.) çöküşünden beri gittikçe dibe batıyorlar. Pusulasını yitirmiş bu hareketler, tarihin gidişatını kavramaktan acizler ve bu iğrenç sosyo-ekonomik düzeni değiştirmeye yönelik bir iradeye sahip değiller. Ancak, solun, insanlığın emperyalist kapitalizm tarafından içine sürüklediği durumdan kurtulmasına gerçekten yardımcı olabilmesi, yalnızca var olan durumun radikal bir eleştirisi ve bu durumu yaratan güçlerin karşısına cesur bir şekilde çıkmasıyla mümkündür.
Üçüncü Büyük Depresyonun Sancıları
İçinden geçmekte olduğumuz dönem, 2007-2008 finansal çöküşünün tetiklediği ancak bir bütün olarak kapitalist üretim tarzının çelişkilerinin üretmiş olduğu ve hiçbir şekilde finans alanıyla sınırlı olmayan, tam anlamıyla depresyon karakteri taşıyan, kapitalizmin şiddetli krizinin damgasını taşımaktadır. Kriz sekizinci yılına giriyor fakat ne sermaye ne de onun politik-ideolojik hizmetkârları, bir çıkış yolu bulamıyor. Bunun nasıl olabileceğine dair en ufak bir fikirleri yok. Yalnızca fırtınadan çıkabilmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlar. Kriz farklı aşamalardan geçti: özel finansal sistemin, “parasal genişleme” politikalarıyla kurtarılması ve en keskin biçimde 2010 sonrasında Avrupa Birliği’nin güneyinde ifadesini bulan, krizin yükünün kamuya yükleyen ve bu nedenle kamu borcunun şişmesiyle sonuçlanan sıfır faiz politikası. Eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak, başta Çin olmak üzere Hindistan, Brezilya, Rusya, Güney Afrika, Tayland, Türkiye ve diğer “yükselen piyasalar”daki görece yüksek büyüme oranları sayesinde, kapitalist dünyanın tüm büyük merkez bankalarının genişlemeci para politikası, dünya ekonomisinin nefes almasını sağladı. Bu iki unsur, dünya ekonomisinin daha derin bir durgunluğa sürüklenmesini engelleyerek, kapitalist dünyanın daha olgun ekonomilerine can simidi oldu.
Bu iki unsur artık geçerliliğini yitiriyor. ABD’de parasal genişleme programının sonlandırıldı. ABD Merkez Bankası’nın, on yıllık bir süreden sonra sıfıra yakın faiz politikasını sonlandırması ve Aralık 2015’te ABD faiz oranlarını artırıma gitmesi, yükselen piyasalara akan sermayenin yönünü tersine çevirdi. Bu ülkeler, sermaye kaçışının yanısıra Çin ekonomisinin yavaşlamasının etkisiyle ve başta petrol olmak üzere ticari mallarının fiyatlarının düşüşüyle yüz yüze geldiler. Bu çarpıcı gelişmelerin yalnızca yükselen ve az gelişmiş ülkeler için değil, Avrupa, Japonya ve ABD ve tüm dünya için önemli sonuçlar doğurmaktadır. 2016 yılının başıyla birlikte, Çin ve dünya borsalarındaki tsunaminin etkisiyle, işsizliği tırmandıracak daha derin bir durgunluğa yönelik beklentiler arttı.
2007-2008 krizi sonrasında “yükselen piyasalar”da işler yolunda gibi görünüyordu fakat Brezilya ve Rusya örneklerinde olduğu gibi, şu anda derin bir ekonomik gerilmenin içine sürükleniyorlar. Dünya ekonomik büyümesinin motoru durumunda olan Çin bile güçlü bir istikrarsızlık unsuru haline gelmiş durumda. Önce emlak piyasası, ardından borsa ve son olarak da reel ekonomi kötüye gitmeye başladı.
ABD merkez bankası Fed’in, yıllardır ekonomiye sağladığı bütünüyle yapay olan desteği tedrici ve tedbirli bir şekilde, “parasal genişleme”yi önce kısarak daha sonra da tümüyle ortadan kaldırarak ve şimdi de faizleri yükselterek azaltma hamlesi, Amerikan ekonomisinin güçlü bir şekilde geliştiğine karşı duyulan güvenin bir işareti değil, yeni bir balonun patlamasını ve 2007-2008 krizinin daha geniş bir ölçekte tekrar etmesini önlemeye yönelik bir adımdır. Bununla birlikte, Çin’in yaşadığı derin sorunlarla, yere göğe sığdırılamayan Abe Ekonomi politikalarına rağmen Japonya’nın içinden geçtiği üçüncü durgunlukla ve bataklığa saplanmış bir Euro bölgesi ekonomisiyle aynı zamana denk gelen bu hamlenin, dünya ekonomisindeki durgunluğun yeni bir aşamasının başlamasına sebep olması muhtemeldir.
Durumun ne kadar ciddi olduğunu yalnızca bazı piyasa aktörlerinin artan paniğiyle ölçülebilir. Dünyanın en büyüklerinden biri olan İskoçya Kraliyet Bankası, müşterilerine şu şekilde bir uyarı yaptı: “Yüksek getirili tahviller hariç her şeyinizi satın. Burada mesele gelirleriniz arttırmanız değil, elinizde olanı korumanızdır. Yangın alarmı çaldıktan sonra, acil çıkış kapısına ulaşacak vaktiniz olmayabilir.” Rapor, bugünkü durumu, Lehman Brothers’ın çöküşüyle küresel finansal krizin başladığı 2008 yılına benzetiyor ve krizin bu sefer Çin’de patlak vereceği ifade ediyor.
Barbarlığın Yükselişi
Üçüncü Büyük Depresyon basit bir yol kazası değildi. Piyasadaki aksiliklerin düzeltildiği bir geçiş dönemi de değildir. İleri üretici güçlerin yarattıkları ürünlerin özel olarak mül edinilmesi ile yüksek düzeyde toplumsallaşmış üretici güçler arasındaki çelişki dolayısıyla, kapitalist üretim tarzı içindeki alternatiflerin sonunun geldiğine kanıt olan, kapitalizmin tarihsel süreci içindeki en derin krizlerden biridir. Çevre yıkımı, günümüz kapitalizminin üretici güçlerinin boğuculuğunun bir işaretidir. Yüksek işsizlik, korkunç boyutlardaki yoksulluk, işçi kitleleri için kötüye giden sağlık ve eğitim koşulları, kapitalizmin insanlığın daha ileri gitmesinin önündeki bir engel olduğunun işaretleridir. Üçüncü Dünya Savaşı tehdidini içinde taşıyan çatışma ve savaş yaratmaya yönelik eğilim, emperyalist aşamasında olan kapitalizmin, gelişimin önünde engel olmaktan daha fazlası olduğuna işaret etmektedir. Kapitalizm, kitlesel imha silahlarını getirdiği nokta göz önünde bulundurulduğunda, insanlığın ve tüm canlıların varlıklarını sürdürmesine yönelik bir tehdittir.
İçinde bulunduğumuz tarihsel alt üst oluş içerisinde barbarlığın tohumlarını atanda işte budur. Faşizm, Avrupa’da güç kazanıyor. İkinci Dünya Savaşından sonra ilk defa, geçici de olsa, Nazi dönemini çağrıştıran faşist hareketler, Maidan olyalarından sonra Ukrayna’da iktidara ortak oldu. 2014 Mayıs’ındaki Avrupa Parlamentosu seçimleri, eski kıtadaki hiçbir ülkenin faşist virüse karşı bağışık olmadığını gösterdi. Üç ülkede (Fransa, Birleşik Krallık ve Danimarka) sözüm ona “aşırı sağ” seçimlerden birinci politik güçler olarak çıktı. “Aşırı sağ” ifadesi, Yunanistan’da Altın Şafak, Macaristan’da Jobbik gibi Nazi sembollerini kullanan faşist partilerin açık varlığını ve Hollanda’da Vlaamsblok ve Fransa’da Ulsal Cephe gibi hızlı biçimde faşistleşebilecek partilerin gerçek karakterlerini örten bir hüsnütabirdir. Faşizmin yeniden gündeme gelmesinin tek sebebi, kapitalizmin insanlığı bir kere daha içine sürüklediği tarihi çıkmazdır.
Diğer taraftan, IBSİD’in siyah sancağı, Sahra altı ülkeleri, Somali, Mali ve en önemlisi Nijerya’ya kadar uzanan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın tümüyle ya da kısmen Müslüman olan ülkelerinde aşırı barbar eğilimlerin gelişiminin en uç ifadesidir. Kendilerine diz çöken hariç, Hristiyan, Yahudi, Şii ya da Alevi ve hatta Sünni Müslüman olsun herkesi “kafir” olarak damgalayan ve yasaklarla tüm halka, özellikler de kadınlara tek düze bir hayat tarzını dayatan tekfirci hareketlerin yükselişi, güçleri arttıkça, söz konusu bölgelerdeki on milyonlar için felakettir. Daha da yakıcı olan mesele, bu hareketlerin yalnızca Ortadoğu’nun, Afrika’nın, Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın (özellikle Çin’e bağlı Doğu Türkistan) ağırlıklı olarak Müslüman olan ülkelerinden değil, aynı zamanda Avrupa’da sosyal dışlama, ırkçılık, Devlet baskısı ve kitlesel işssizlikle karşı karşıya kalan, Müslüman toplulukların gençlerinden de militan devşirmesidir. Bu, tekfirci barbarlık ve klasik Nazi biçiminin, içeriye doğru patlayan Avrupa’nın kalbinde çarpışacağı anlamına gelmektedir.
Sünni ve Şiiler arasındaki mezhepçi savaş durumu yalnızca Ortadoğu’da tekfirci radikalizmi beslemeyecek, bunu da aşarak, tüm İslam dünyasını yıkıma götürecek ve her iki tarafın da kırım yaşamasına neden olacaktır.
Bununla birlikte, barbar eğilimlerin yükselişinin esas sorumlularının kimler olduğu konusunda kafa karışıklığına yer bırakmamalıyız. Ukrayna’da faşistleri ya da İslam dünyasındaki barbarları güden sözüm ona kusursuz “Batı medeniyeti”, bu yükselişten sorumludur. Marx’ın kendi döneminde “medeniyetin cüzzamlısı” olarak tanımladığı, kapitalist biçimiyle “Batı medeniyeti”, bu barbarlık dinamiklerini besleyen kaynağın ta kendisidir. Yalnızca bu gerici eğilimleri açık ya da el altından doğrudan desteklemek anlamında da değil. Maidan olaylarına Avrupa Birliği’nin, Birleşik Devletler’in ve NATO’nun teşviğinde, Sağ Sektör gibi faşist gruplara neredeyse açıktan verilen destekte ya da Tunus ve Mısır’ı takip eden Suriye’deki halk isyanlarını topyekün bir iç savaşa dönüştüren mezhepci Sunni gruplara verilen destekte görüldüğü gibi, doğrudan destek reddedilemez bir gerçektir. Esas mesele, rezil amaçlarına ulaşmak için işsizlik, yoksulluk yaratan ve savaş ateşini yakan kapitalizmin, böylece, bu hareketlerin dinamiklerini de yaratmasıdır.
1980’lerde Afganistan’daki mücahitlere yapılan yardımlar genişletilmesiydi, El Kaide büyük olasılıklı bugün var olmayacaktı. Oğul Bush’un, savaş ve işgal yoluyla Irak’ta yarattığı tahribat olmasaydı ve Sünni azınlık bütünüyle yabacılaştırılmasaydı, IBSİD, ilk üssünü kurmasını sağlayan bu topluluğun desteğini alamayabilir ve nüfuzunu diğerlerine doğru yayamayabilirdi. Fransa cité’lerinde, Tunus’un geniş iç bölgelerinde ve başka yerlerde gençlerin acısını çektiği yaygın işsizlik, yoksulluk ve her gün mazur kalınan aşağılama olmasa, IBSİD, barbar amacı için savaşacak on binlerce gence ulaşmayı kesinlikle başaramazdı.
Donald Trump ve Marine Le Pen, “Batı medeniyeti”nin sözüm ona ileri toplumlarında mevcut olan barbar eğilimlerin canlı kanıtlarıdır. Artık her gün tanık olduğumuz barbarca eğilimleri besleyen kapitalizm, tarihi bir düşüş dönemi içerisinde.
Umudun kaynağı: sınıf mücadelelerinin yeniden yükselişi
Ancak, kapitalizmin ürünü yarattığı barbarlığa doğru eğilimin, günümüz dünyasının içinde bulunduğu durumunun tek ürünü olduğunu söyleyemeyiz. Gelecek için umut beslememizi sağlayan berrak bir karşı eğilim de var. Bunu görmemek, Sovyetler Birliği’nin ve sözüm ona “reel sosyalizm”in Stalinist rejimlerinin çöküşünden beri solu esir almış yaygın kötümserliğe yakalanmaktan başka bir anlama gelmez.
Büyük depresyonlar, birbirine karşıt eğilimler yaratır. 1930’ların krizi, bir taraftan, faşizmi ve Japon yayılmacılığını, diğer taraftan, İspanya devrimini, Fransa’da “Halk Cephesi” döneminde ve öncesinde devrimci etkinlikleri, Çin köylüsünün kitlesel radikalleşmesini ve Amerikan işçi hareketinin yükselişini beraberinde getirdi. Sermaye yarattığı çelişkilerden kendisini kurtarmaya çalıştığında, birbirleriyle mücadele halindeki sınıflar arasında uzlaşma artık mümkün olmadığında, toplum radikal politik ve ideolojik akımlara yüzünü her zamankinden daha fazla döner. Bu nedenle, bir tarafta faşizm ve barbarlık, diğer tarafta ise koşullar olgunlaştığında devrime doğru bir eğilim gösteren ya da doğrudan devrime yönelen sınıf mücadeleleri eş zamanlı olarak yükselir.
2011-2013 yılları, kitlelerin başka bir dünya için mücadele ettikleri, uluslararası ayaklanmalara sahne oldu. Tunus ve Mısır’daki gerçek anlamıyla kitlelere yaslanan devrimler, altı ay içerisinde, Arap dünyasında Bahreyn, Yemen ve Suriye’yi de kapsayan bir çok ülkede isyanların itici gücü oldu; Birleşik Devletler’deki Wall Street’i İşgal Et hareketi, bir sürü Amerikan şehrinde benzer hareketlere model oluşturdu; İspanya’da Indignados hareketi, büyük şehirlerin merkezi meydanlarını haftalarca işgal etti; Yunanistan’da Sintagma meydanı işgal edilirken, düzinelerce grev ülkeyi yıllarca sarstı; Tel Aviv’de, yoksul İsraillilerin sorunlarını protesto etmek için Rothschild Bulvarına çadırlar kuruldu; gezegenin her yerinde, insanlar daha iyi bir dünya için hep birlikte ayağa kalktılar. 2013 yazında, Türkiyeli ve Brezilyalı kitleler ayağa kalktı. Aynı yılın Haziran ayının sonunda, üç ülkedeki kitlesel mücadeleler dünyayı salladı. 30 milyon Mısırlı, seçimle gelen Müslüman Kardeşler yönetiminin iktidarı gasp etmesine karşı sokaklara aktı.
Hareketlerin talepleri arasında farklılıklar olsa da, genel algı, farklı hareketler arasında bir kardeşliğin ve yoldaşlığın olduğuydu. Mısırlı devrimciler, Wisconsin belediye işçileri için pizza sipariş ederken, Wall Street’i işgal Et hareketi, tüm eylemlerinde Mısırlı devrimcilerin yaptıklarını anımsatıyordu. Gezi isyanından sadece on gün sonra eylemlere başlayan Brezilyalı kitleler, okyanus ötesine şu sloganla selam gönderiyorlardı: “Aşk bitti, burası artık Türkiye”. En çarpıcı örnek ise Tel Aviv idi. İsrail ve Arap ülkeleri arasındaki onlarca yıldır devam eden düşmanlığa rağmen, İsrail’de çadır kuranlar, Tahrir meydanındaki devrimcileri selamladılar!
Bu devrimci dönem enerjisini yitirdi. Böylece, devrimci dalganın ilk aşaması sonuna gelmiş oldu. Bunun nedenleri konusunda berrak olmalıyız. Mısır, devrimci aşamanın paragidmatik örneğidir. Kitlelerin devrimci bir önderlikten yoksun olduğu, her yerden daha berrak biçimde burada görülüyordu. Mısır işçi sınıfı, devrimin öncesi yıllarda ve devrimin sürdüğü iki yıl boyunca olağanüstü mücadeleciydi. Grev hareketi, Mübarek’in devrilmesinde belirleyici rol oynadı. Bu yıllarda, neredeyse bir buçuk milyon işçi bağımsız sendikalara katıldı. Sürekli devrimin dinamikleri işliyordu. Buna karşın, devrimci siyasal örgütlerin, sınıf bağımsızlığını sağlamak ve devrimi işçi sınıfının politik hegemonyası altına almak için hiçbir çabası yoktu. Bundan dolayı, politik önderliğin krizi, devrimin bu ilk aşamasından çıkarılması gereken bir derstir.
Bununla birlikte, devrimci dalganın geri çekilmesi, kitlelerin tekrar mücadeleye girmedikleri anlamına gelmez. El Sisi’nin askeri diktatörlüğü altında, Mısırlı tekstil işçileri Ekim 2015’te mücadeleci ve muzaffer bir grev örgütlemeyi başardılar.
2013’den bu yana kemer sıkmanın, savaşın, faşizmin ve korku verici otoriteryenizmin yükselişte olduğu doğrudur. Fakat kitlelerin mücadeleleri ikinci aşamada farklı bir yol izledi. Arap devrimi dönemsel bir geri çekiliş yaşarken, Avrupa işçi sınıfı mücadele sancağını devraldı. Verili tarihsel koşullar ve bilinç durumu göz önünde bulundurulduğunda, bu durumunda yalnızca bu koşulların bir ürünü olduğu söylenebilir. Avrupa proletaryası, özellikle de kıtanın güneyindeki kısmı, Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF Troykası tarafından dayatılan yoksullaştırma politikasını geriletmek için seçim stratejisine yüzünü çevirdi. (En azından Yunanistan örneğinde, bir üçlüden değil dörtlüden söz edilebilir. Avrupa İstikrar Mekanizması (AİM), bu haydutlar grubuna katıldı.)
Bir ülkeden diğer ülkeye, işçi sınıfı kitleleri geleneksel sosyal demokrasinin daha solunda yer alan, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos gibi partilere yüzünü döndü. Önceki dönemin itibarını yitirmiş iki partili sistemine ağır bir darbe vurdu. 2015 yılı bu açıdan simgeseldir.
Güney Avrupa’daki bu yeni dalga zeminini, hiç kuşkusuz, 2007-2008 finansal çöküşü sonrasında içinde yaşadıkları toplumları pençesine alan kemer sıkma politikalarına, işsizliğe ve yoksulluğa karşı kitlesel ve kararlı biçimde karşı çıkan Yunan ve İspanyol kitlelerde yani kırılma anı olan 2011 yılında, mücadelenin ilk aşamasında doğan güçlü kitlesel hareketlerde buluyor. Syriza ve Podemos gibi partilerin parlamento zaferlerinin, kitlelerin mücadelesinin militan içeriğinin özgün (ve geçici) bir biçimi olduğu konusunda berrak olmalıyız.
İlk aşamada Mısır örneği nasıl paradigmatik bir niteliğe sahipse, mücadelenin ikinci aşamasında aynı niteliği Yunanistan taşımaktadır. 2007-2008’de başlayan krizin bu döneminde, Yunanistan, dünya kapitalizminin en zayıf halkasının, Avrupa Birliği’nin en zayıf halkasıydı. Yunanistan burjuvazisinin büyük politik güçleriyle işbilirliği içinde olan IMF’nin desteklediği Brüksel’in dayattığı kemer sıkma politikalarına tabi hale geldi. Kitlelerin, bu politikalara cevabı ibretliktir. 15 yaşındaki bir gencin polis tarafından katledilmesine karşı başlayan Aralık 2008’deki isyanın ateşinin başlattığı tüm bu dönem boyunca, Yunanistan’da kitleler sayısız defa greve çıktı ve 2011 yazı başında, İspanya’daki indignados hareketiyle eş zamanlı olarak uzun süreli bir işgal gerçekleştirdi.
Yunanistan, sermayenin saldırısına karşı mücadelelerinde, kitlelerin seçtikleri yeni yönelimin çelişkilerini en açık biçimde ortaya koyan ülke Yunanistan’dır. Troyka’nın taleplerine Şubat ayı sonundaki ilk teslimiyetten sonra, muhtemelen “evet”in kazanacağını ve böylece tam bir teslimiyet için elinin rahatlayacağını düşünerek, Çipras hükümeti Temmuz ayının başında kitleleri referanduma götürdü. İşçi kitleleri, yüz 62 ile kesin bir şekilde “hayır dedi! Çipras’ın, Yunan halkının ona verdiği büyük desteğe rağmen AB’nin baskısına boyun eğmeye devam etmesi, uzun zamandır söylediğimiz gibi, en ufak bir reforumun bile mümkün olmadığı bir zamanda, reformist sol partileri destekleme stratejisinin çıkmaz sokak olduğunu gösterdi. Syriza’nın sınıfsal “tarihsel uzlaşma” stratejisi ülke içinde ve en önemlisi yurtdışında utanç verici şekilde başarısız olmaya mahkumdu: açık sınıf savaşı koşullarında, sınıf uzlaşması isteniyordu. Çipras ve ekibi, acımasız ve uzlaşmaz düşmanlarla yüzleşmek için Bürüksel ve Berlin’e gittiklerinde, sınıf barışı yani beyaz teslimiyet bayrağını açtılar.
Kitleler, reformismin koyduğu politik sınırların ve uğradıkları ihanetin sebep olduğu kafa karışıklığının yarattığı bu gerilemeyi tersi çevirmek zorundadır. Devrimcilerin görevi, kendilerini hareketi yanlış yönlendiren önderliklerden açık biçimde ayırmak, kitlelere karşı sekter bir tavır almadan, ortak düşmana karşı verilen mücadeleye katılmak ve ihanet eden önderlikleri teşhir ederek, kitleler devrimci bir yolu izlemee hazır olduklarında, onlara bir araç olarak hizmet edecek politik ve örgütsel alternatifi inşa etmektir. Bu, sermayenin giriştiği saldırıya karşı ayağa kalktığı Yunanistan, İspanya ve diğer tüm ülkeler için geçerlidir.
Milyonlarca işsiz ve yoksuluyla, durgun ekonomisiyle, devam eden banka ve borç kriziyle, Doğudan ve Batıdan yani Çin’den ve Amerika’dan gelecek yeni şoklara karşı savunmasız oluşuyla, ulus devletler arasındaki bölünmeleriyle, “imtiyazlı” Kuzeyi ve Güneyi, Batı ve Doğu Avrupa arasındaki emperyalist çatışmalarla ve yükselen milliyetçiklerle, 2016 yılı Avrupa için hayati önemde olacak.
AB projesi tümüyle sallanıyor. Avrupa ve ABD’nin emperyalist savaşlarının, yıkımın, insani krizlerin kurbanı olmuş tüm ülkelerden, Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan Afrika’dan gelen, devasa ve durdurulması imkânsız mülteci akının sonucu olan politik kriz, AB’nin içinde bulunduğu durumu daha da kötü hale getiriyor.
AB içindeki sosyal ve politik değişimler çıplak bir biçimde ortada: Balkanlar istikrarsız bir halde; Polonya ve Orta/Doğu Avrupa, aşırı milliyetçi sağ rejimler öncülüğünde eski efendilerine, Almanya ve AB’ye düşmanlaşıyor; Ukrayna, ekonomik, politik ve askeri olarak, AB’nin doğu sınırında bir “kara delik” haline geldi. Yalnızca birkaç ay önce, Merkel, AB’deki en güçlü politik lider olarak görünüyordu; şimdi ise partisinin oldukça büyük bir kısmı, mülteci krizi yüzünden görevden alınmasını istiyor.
Yunanistan’dan Portekiz’e, Katalonya’dan İskoçya’ya, Yunanistan’ın AB’den çıkması beklentisinden Birleşik Krallık’ın AB’den çıkma ihtimaline, Avrupa, sosyal ve ulusal çatışmalarla, büyük dönüşümlerle dolu tarihi bir döneme girdi. Avrupa’nın hâkim sınıfları, Kıtayı birleştirmekte başarısız oldular. Bu görevi, yoksullaşmış kitlelerin öncülüğünü yapacak olan işçi sınıfı yerine getirecektir.
İhtiyacımız olan, Avrupa işçi sınıfına yol gösterecek bir önderliktir. Bu önderlik, diğer kıtalardaki partilerle birlikte uluslararası düzeyde örgütlü, yeni bir Avrupa için savaşacak, sermayeden ve onun AB içinde ve ulus devletlerde vücut bulmuş karmaşık hâkimiyet aygıtından bağımsız bir parti olmalıdır ve Avrupa Birleşik Devletleri’ni kurarak, bunların hepsini alaşağı etmelidir.
Diğer Troyka: Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın durumu
Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi (MENA), dünyanın içinden geçtiği tufanın merkezinde yer alıyor. 200 bin kilometre kare (70 bin mil kare) yüz ölçümüyle, savaştan önce 23 milyona varan bir nüfusla, Suriye 65 yabancı ülkenin dâhil olduğu bir savaşın sahnesi haline geldi! (ABD, Arap ve Avrupa ülkelerinin kurduğu IBSİD karşıtı 62 ülkeye ek olarak, Rusya, İran ve Lübnan sahada yer alıyor. Kendini halife ilan eden Bağdadi liderliğindeki İslam Devleti adlı savaş örgütünü saymaya gerek yok.)
İlk bakışta kaotik bir görünüm sergileyen durumu aydınlığa kavuşturmak için, üç büyük eğilimi berrak biçimde tanımlamamız gerekiyor. Birincisi, Ortadoğu’nun yaşadığı felaketin, geçmişte bölgedeki emperyalist ve Siyonist müdahalecilik ve saldırganlık örneklerinin sonuçlarıyla içiçe geçmektedir. Kendimizi 21. yüzyıl ile sınırlarsak, şunu söyleyebiliriz; Afganistan (2001) ve Irak (2003) işgal edilmeseydi; 2006’da İsrail’in Lübnan’a saldırısı olmasaydı; Gazze’nin 2008 ve 2014’te İsrail tarafından bombalanması olmasaydı; emperyalizm 2011’de Libya’yı bombalamasaydı; Sünni mezhepçi ve tekfirci grupların 2011 Eylül’ünden sonra silahlandırılması olmasaydı; MENA bölgesinde bugün hiçbir şey aynı olmayacaktı. Bunu kavramak, bölgedeki IBSİD ya da diğer güçlere karşı emperyalist koalisyona neden destek verilmemesi gerektiğine ilişkin yeterli zemini sağlar. ABD’nin ve müttefiklerinin tekfirci mezhepçi güçlerle çatışması, Ortadoğu halkları, işçi sınıfı güçleri ve ezilenleri için çifte beladır. Bu nedenle, birini ya da ötekini desteklemekten uzak durulmalı ve ker ikisine karşı bağımsız bir mücadele hattı kurulmalıdır. Oluşan risklerle başedebilmek için herhangi bir tutarlı ve ikna edici stratejiden yoksun olan emperyalizm, özellikle de ABD emperyalizmi bölgedeki eylemlerinde şimdiye kadar hiç bu kadar aciz ve tesirsiz olmamıştı.
İkincisi, emperyalizmin zayıflığının yarattığı boşluktan yararlanan üç bölge gücü, Suudi Arabistan, Katar ve ülkeyi demir yumruk ile yöneten Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye, tüm bölgeyi içine alacak bir Sünni-Şii çatışmasını körüklüyor. İslam dünyasını tam anlamıyla bir iç savaşa sürükleyecek bu tür bir mezhep savaşı, kitlesel ölümlerden ve yıkımdan başka bir şey getirmez. Özellikle 2006-2007 yıllarında Irak’ta, 2011’de Bahreyn’de, 2011 sonlarında Suriye’de, neredeyse bir yıldır Yemen’de dünyanın tanıklık ettiği vekâleten savaşlar önem açısından artık geri planda kalıyor. Bu savaşların daha az önemli hale gelmesinin sebebi, Suudi Krallığı’nın politikalarını, özellikle de 2011-2012 yıllarındaki devrimi ezmek için Bahreyn’i işgal etmesini açık bir biçimde lanetleyen, Suudi Arabistan’ın en önde gelen din adamı Şeyh Nimer Bekir el-Nimer’i idam eden Suudi Arabistan ile İran yani mezhepçi çatışmanın iki ana gücünün birbirleriyle açık bir mücadeleye girişmesidir.
Neredeyse İslam’ın kendisi kadar eski olan, ideoloji-teolojik temeldeki Sünni-Şii ayrışması, içinde bulunduğumuz dönemde, yer altındaki petrol ve gaz rezervlerinin sağladığı toprak rantı sayesinde sefa süren iki rantçı devletin ve onların yönetici sınıflarının maddi çıkarları arasındaki çatışmanın ifadesinden başka bir şey değildir. Şiilerin çoğunlukta olduğu fakat Sünni yönetim altında olan Suudi Arabistan’ın Katif şehrinin Doğu vilayeti ve Bahreyn’in toprak rantının ana kaynakları olduğu hatırlanırsa, sorunun kapsamı anlaşılabilir. 2011 yılında Bahreyn ve Suudi Arabistan Şii nüfusu çoşkulu biçimde Arap kitlelere katılması, tüm Arap dünyasında gericiliğin ana merkezi olan Suudi rejimi için kâbus oldu. Suudi Arabistan diktatörü, kralın oğlu ve veliaht prens Muhammed bin Selman’ın ilan ettiği, kendine “Teröre karşı İslam İttifakı” adlı oluşum, 34 Müslüman ülkeyi bir araya getirdi fakat Şii ya da Alevi etkisi altında olan tüm ülkeler titizlikle dışlandı. Sünni İslam dünyasının lideri olarak ortaya çıkan ve alamet-i farikası, islam’ın kutsal yerlerine ev sahipliği yapmasından ayrı olarak, petrol rezervleri sayesinde dünyanın en zengin ülkelerinden biri olması olan bu devletin, bu kritik dönemde, dünya ekonomik krizinin petrol fiyatlarını düşürmesinin sonucu olarak, kendini ekonomik olarak derin sorunlarla boğuşurken bulması, gerçek bir ironidir.
Petrol ve doğal gazın yarattığı muazzam zenginliğin, bu ülkelerin hâkim klikleri arasında nasıl paylaşılacağı, Ortadoğu’da bir mezhep savaşının esas nedenidir. Teolojik bölünmeler sadece bu çıkarları maskelemeye hizmet eder. Bununla birlikte, eğer savaşın esas nedenini göremezlerse, kitleler kendi mezheplerinin tarafında yer alacaktır ve bu, savaş yıllıklarına en kanlı hesaplaşmalardan biri olarak geçecektir.
Bu denklemde Erdoğan’ın yerinin iyi anlaşılması çok önemlidir. Türkiye, kapitalist iktisadi yapıları ve kapitalist sınıfının oluşumu açısından, tüm Arap ülkelerinden daha gelişmiştir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden ve diğer yozlaşmış bürokratik işçi devletlerinin, ülkenin iştahı giderek büyüyen sermayesine yeni coğrafi mekânlar açacağının sözünü vermesinden beri, Türk burjuvazisi 1990’lardan beri yayılmacı eğilimler gösterdi. Bu yayılmacılığı zirvesine taşıyan Tayyip Erdoğan, tüm MENA bölgesinin “Reis”i (ya da lideri) olmaya gözünü dikmiş durumda. Bu, Erdoğan’ın ve partisinin, Sünni güçleri Alevi azınlıkla kapıştırarak, Suriye’de iç savaşı körükleyen politikasını açıklamaktadır. Bununla birlikte, Türkiye, Müslüman kardeşleri alaşağı eden Bonapart El Sisi yönetimindeki Mısır konusunda, Müsliman Kardeşler’in destekçisi Suudi Arabistan ile uyuşmazlık halinde.
ABD’nin, bölgedeki müttefikliği uzun yıllara dayanan Suudi Arabistan ve NATO üyesi Türkiye’nin arkasında olacağını hemen varsaymak hata olur. Geçen yıl, Temmuz ayında, İran ile imzalanan nükleer anlaşmanın Suudi rejimi tarafından büyük bir düşmanlıkla karşılandığını göz önünde bulundurursak, Nimer’in idam edilmesi aslında ABD’yi seçim yapmaya zorlamaya yönelik bir hamle olarak düşünülebilir. Erdoğan ise Suriye Kürtleri üzerinden ABD ile sürtüşme yaşıyor. Suriye Kürtleri, ABD tarafından kara savaşındaki en faydalı müttefiklerden biri olarak görülürken, Suriye Kürtlerinin öncü gücü PKK yanlısı olduğu için, AKP hükümeti onları tehdit olarak görüyor.
Bu nedenle, MENA bölgesi için en büyük tehdidi, diğer Troyka olarak adlandırılabilecek olan Suudi Krallığı, Katar ve Türkiye oluşturuyor.
Üçüncüsü, iç savaşın başladığından beri ilk kez, Suriye kördüğümünün çözülmesine yönelik bir takım faktörler, bir politik çözümün lehine işliyor. Rusya, bu çıkmaz sürdükçe, tekfirci eğilimlerin hem içeride hem de “çevre ülkeler”de kendi Müslüman nüfusuna sirayet edebileceği tehdidini farketti. Rusya’nın, Beşar Esad’ı, Arap siyaset terminolojisindeki “ seküler rejim”le hemen hemen aynı anlama gelen, “sivil devlet”in kurulması karşılığında feda etmesi de mümkündür. Kıtanın tümünde ırkçılığın yükselişi ortadayken daha büyük sürtüşmeleri tetikleyebilecek olan bir milyonluk mülteci akımıyla boğuşan Avrupa Birliği, göçmen akınının kesin olarak durdurulması için bir politik çözüm bulmak için hazır. Obama’nın söylediklerini dikkate alırsak, ABD şu anda Esad’tan ziyade IBSİD konusunda endişeli ve Esadsız bir Baas rejimine razı olabilir. İran’ın posizyonunu belirleyecek olan, iç politikada kimin hâkim olacağına bağlı. Bir tarafta, şimdiki başkan Ruhani tarafından temsil edilen muhafazakârları da içeren daha Batı yanlısı ılımlılar, diğer tarafta ise nükleer anlaşmaya şiddetli biçimde karşı çıkan hakiki muhafazakârlar var. Eğer Batı kapitalizmine zeytin dalı uzatılmasından kazançlı çıkabilecek olanların hepsinin desteğini alan ilk kanat kazanırsa, İran, Esad’ın devrilmesini karşı çıkan tavrını nihayet terk edecektir.
Suriye’de politik çözümü engellemeye çalışacak olan aslında Sünni Troyka’dır. Suriye’deki rejimin düşmesine o kadar yatırım yaptılar ki, Esadsız bir Baas rejimine benzer bir şeyin iktidarda kalmaya devam etmesi, üçü içinde büyük bir yenilgi olacaktır. Bu nedenle, Suudi rejimine ve Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de kurduğu güç sistemine karşı amansız bir mücadele verilmesi, bölge halkları için hayati bir önem taşımaktadır. Ortadoğu’da bir Sünni-Şii savaşı, hem bölge için yıkım hem de Üçüncü Dünya Savaşı’na davetiye çıkarmak anlamına gelecektir.
MENA bölgesindeki halkların kurtuluşu, Arap devriminin, Türkiye’deki Gezi isyanının, İsrail’deki Rothschild Bulvarı protestolarının, Kürtlerin serhıldanlarının, Filistinlilerin intifadasının ruhunun yeniden canlandırılmasında ve İran’da yeni bir devrimci akımın vücut bulmasında yatmaktadır. Bu, işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün, ezilen ulusların ve inançların, ezilen kadınların ve sefalet içindeki gençliğin gücünün, hâkim sınıfların kana susamış saldırganlıklarının önlemesi için, bir araya getirilmesini gerektirmektedir. Bölge halkalarının uzun yıllardır sıkıntısını çektiği sorunları çözecek olan, bölgeye barış ve refahı getirecek tek gerçek çözüm, Orta Doğu ve Kuzey Afrika Sosyalist Federasyonu’nun kurulmasıdır.
Devrimci partiler ve devrimci bir enternasyonal inşa edelim!
Eski kıtayı ve Akdeniz dünyasını sallayan tüm bu fırtınaları atlatmak ve barbar akımlarım pervasız yükselişini durdurma için geleneksel önderliklere hiçbir şekilde güvenilmemelidir. Ne eski Stalinist partiler ne Stalinizmin çöküşünden kaçan, gelecekle ilgili berrak bir perspektifi olmayan sözüm ona yeni çoğulcu partiler ne Avrupa’daki sosyal demokrasi ne de Arap dünyasındaki Nasırcılık türü küçük burjuva milliyetçiliği, zamanımızın yakıcı sorunlarına cevap veremez. İspanya’da Podemos’dan Türkiye’de HDP’ye uzanan bir yelpazedeki farklı karakterdeki partilerin benimsediği postmodern kimlik politikaları ya da post-Marksist “radikal demokrasi” fikri de, sınıf mücadelesinin ve savaşın son sözü söyleyeceği bir dünyaya uzak kalmaktadır.
Gerekli olan, her ülkede bir devrimci parti inşa edilmesi ve bu partileri bir araya getirerek, bölgesel, kıtasal ve dünya çapındaki mücadelelerde öncü bir rol oynamalarını sağlayacak enternasyonal bir örgütün inşa edilmesidir. Her zamankinden daha fazla ihtiyacı hissedilen şey, devrimci Marksizm’in geleneklerinden beslenen enternasyonal partiler aracılığıyla, kitlelere önderlik edebilmektedir. Bu arayışın başarıyla sonuçlanması, ülke ülke, bölge bölge ve kıta kıta enternasyonal sosyalizmin kurulması yoluyla, barbarlığa son vermenin nihai koşuludur.