Emperyalizm ve savaşa karşı uluslararası sosyalist devrim yoluyla mücadele!
Devrimci enternasyonal için ileri!
1. Trump’ın “Amerika’yı yeniden güçlü kılma” söylemi Avrupa Birliği’ne, Rusya’ya, Çin’e, İran’a ve son olarak Amerika’nın kendisi de dahil olmak üzere bütün dünyaya karşı bir savaş ilanıdır.
Bu durum, ABD başkanının 11-16 Temmuz 2018’de gerçekleştirdiği ve yerinde bir ifadeyle “beş günlük diplomatik katliam” olarak nitelendirilen Avrupa ziyaretinden sonra, en kuşkulu olanlar için dahi apaçık bir hal aldı.
11 Temmuz’da NATO Zirvesi’ne katılmak üzere Brüksel Havalimanı’na inen Trump, daha önce kararlaştırdığı ve/veya yolda olan 50 milyar dolarlık gümrük vergilerine 200 milyar dolar daha ekleyerek Çin’e karşı yürüttüğü ticaret savaşının tırmanışını ilan etti. Aynı zamanda, Kuzey Akım II boru hattı projesine Almanların katılımı nedeniyle Angela Merkel ve Almanya'yı “Rusya'nın esiri” diyerek aşağıladı; daha sonra, bütün Atlantik İttifakı’nı NATO üyelerinin askerî harcamalara katılımlarını ikiye katlamadıkları takdirde, ABD’nin NATO’dan çekileceğini söyleyerek tehdit etti.
NATO kriz zirvesinden sonra İngiltere’yi ziyaret eden Trump, Başbakan Theresa May’i “yumuşak Brexit” için yaptığı plan nedeniyle aşağılayarak Britanya’nın hükümet krizine burnunu soktu. Daha yeni Brexit planını protesto etmek için dışişleri bakanlığı görevinden istifa eden, May’in rakibi Boris Johnson’ı “geleceğin mükemmel bir başbakanı” diyerek yüceltti. Ayrıca, May’i ABD – İngiltere ticaret anlaşmasının sert bir Brexit’e bağlı olduğunu belirterek tehdit etti (daha sonra bu açıklamasını alışıldık bir şekilde geri çekti). Dahası, Trump, Londra’nın Pakistan kökenli ilk Müslüman Belediye Başkanı’na saldırarak, Avrupa’daki göçe karşı aşırı sağ, yabancı düşmanı ve ırkçı bir hücum başlattı ve bu göçü, suç oranlarını arttırmakla itham etti.
Helsinki’de Putin’le görüşmek üzere İngiltere’den ayrılmadan önce, CBS kanalına verdiği röportajda Trump, Rusya, İran ve Çin gibi Avrupa Birliği’nin de ABD’ye karşı bir tehdit olduğunu söyledi.
Son fakat bir o kadar da önemli olarak, Helsinki’de Vladimir Putin ile 16 Temmuz’da kapalı kapılar ardında yaptığı birebir toplantıdan sonraki basın açıklamasında ABD istihbarat servislerinin soruşturmalarına ve ülkesindeki bütün rakiplerine saldırarak kaosa neden oldu ve ABD’deki rejim krizini keskinleştirdi.
2. Donald Trump çılgın, “pluto-popülist” burjuva siyasetçisi tipinin münferit bir örneği değildir. Amerika Birleşik Devletleri’nde ve dünya çapında çürümekte olan kapitalist düzenin bir belirtisidir. Sermayenin dünya ölçeğinde yaşadığı çözümü mümkün olmayan çelişkilerine, dünya piyasasında egemenliği sağlamak amacıyla ulusal düzeyeçekilerekçözüm arama doğrultusunda emperyalist ülkeleri saran bir deliliğin en simgesel örneğidir.
Fransa, Almanya, Hollanda, Avusturya, İtalya, Danimarka vd başta olmak üzere Avrupa uluslarının dört bir yanında yükselişte olan aşırı sağ hareketler kapitalist dünyanın tamamına ortak bir çözüm arama yerine eski “müttefik” ve “partnerlerinin” zararına kendi ulusal çıkışlarına öncelik vermelerinin bir ifadesidir. Trump’ın “America first”ü (Önce Amerika’sı) Salvini’de “prima gli Italiani” (Önce İtalyanlar) olmakta.
Dünya kapitalizminin tarihsel gelişiminin ulaştığı en yüksek nokta ABD'dir ve şimdi bu ülke dünya krizinin en yüksek ifadesi haline gelmiştir. Toplumsal manzara korkunç bir halde - en zengin %1’le geri kalanlar arasındaki büyük eşitsizlikler, işçi gelirlerinin 40 yıllık durağanlığı, işgücünün bütünüyle güvencesiz koşullarda çalışması, borçlar, adına yarışır bir kamusal sağlık sisteminin yokluğu. Sanayi devriminden bu yana ilk kez, gelişmiş bir kapitalist ülkede - aslında en gelişmiş ve en güçlü kapitalist ülkede - beklenen ortalama yaşam süresinde 2016 yılında bir azalma meydana geldi.
Dünya’yı hegamonyası altına aldığından beri, ABD, dünya kapitalist ekonomisinin ve politikasının çelişkilerini kontrol altına almadan bir iç dengeye sahip olamazdı. 2007'den sonra çözümsüz dünya krizinde kendini gösteren tüm küresel kapitalist çelişkilerin patlamasının başlangıç noktası ve merkezi Amerika’ydı. Son on yılda, tüm uluslararası dünya düzenini acımasızca parçalayan itici güç haline geldi, tüm uluslararası rekabet ve sosyal çatışmaların, ülkeler arasında ve her ülkenin kendi içinde şiddetlenmesine neden oldu.
Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra “tarihin sonu” olarak göklere çıkarılan sermayenin küreselleşmesi, kendi tarihsel sınırlarına ulaşarak, kapitalist sistemin kendisini ilga etmeden aşılamayacak bir kördüğüm haline geldi. Hem iktisadî hem de siyasî olarak uluslararası bağımlılıkların 1930’lu yıllara göre çok gelişmiş olduğu bugünün koşullarında bir ulus devletin sınırlarına geri dönme yönündeki savunmacı eğilim nafiledir. Milliyetçiliğin ve korumacılığın tehlikeli yükselişi, sosyo-ekonomik yaşamı ve siyaseti zehirliyor, yabancı düşmanlığını, ırkçılığı ve faşizmi besliyor, krizi çözmekten tamamen aciz bir şekilde onu şiddetlendiriyor. Üretimin dünya çapında toplumsallaşması öyle bir noktaya ulaştı ki, bu toplumsallaşma ile başa çıkılamaması daha büyük çözülmelere yol açacak.
Avrupa Birliği ve avro bölgesi, geri dönüşü olmayan (ve kendisini Avrupa bankacılık sisteminin borcunu ödeyememe durumu, Yunanistan'ın iflası, Brexit, şimdi Salvini'nin İtalya'sı, Macron'un zarar görmüş Alman-Fransız eksenini kurtarma tasarılarının başarısızlığı ve zayıf Alman iktidar koalisyonunun felci, Kuzey ve Güney Avrupa arasında ve Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle Batı Avrupa ülkeleri arasındaki çatışmalarda gösteren) bir dağılma sürecine girdi.
Trump’ın Amerika’sı Trans Pasifik Ortaklığı’nı (TPP) daha alçakgönüllü hale getirdi, Kanada ve Meksika’yı NAFTA’nın (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) dağılmasıyla tehdit ediyor ve AB’nin dağılmasını hızlandırıyor, hatta NATO’nun varlığı bile sorgulanıyor.
I. Dünya Savaşı’nın ardından Sykes-Picot anlaşması ile Ortadoğu’da kurulan emperyalist düzen, Arap devrimlerini durdurmak amacıyla Irak, Libya, Yemen ve Suriye’yi yıkıma uğratan emperyalist savaşlar ve vekalet savaşları ile birlikte uzun zaman önce yok oldu.
3. Amerika, Avrupa, Rusya ve Çin arasında kızgınlaşan uluslararası ticaret savaşı, emperyalist savaş güdüsünü her yerde şiddetlendiriyor. Ortadoğu’daki savaş volkanından Balkanlara ve Ukrayna’da Avrupa’nın doğu sınırlarına, Kafkaslar’dan Orta Asya’ya, Güney Çin Denizi’ne ve Kore’ye, emperyalizm doğrudan veya dolaylı olarak Çin’le ve Rusya’yla onları yeniden sömürgeleştirmek ve dünya kapitalist sisteminin içine yutmak için çatışıyor. Dünya savaşı ve nükleer yok oluş ile insanlığı ve yeryüzündeki her canlıyı tehdit eden bu çatışmanın karşısında işçi sınıfı ve halk hareketleri tarafsız olamaz: Rusya ve Çin'in yeniden sömürgeleştirilmesi için çıkarılan emperyalist savaşa karşı savaş ilan ediyoruz. Ama Kremlin ya da Pekin'deki restorasyoncu Bonapartist elitlere dair herhangi bir yanılsamayı desteklemeden ya da beslemeden. Küresel sermayenin beşinci kolu olan oligarkları mülksüzleştirin! Tüm iktidar hakiki Sovyetlere- işçi konseylerine! Rusya ve Çin Ekimlerinin topraklarında devrimci sosyalist yenilenme!
4. Mayıs 2017'deki 4. Avrupa-Akdeniz Konferansı, Trump'ın ABD dışındaki ilk yolculukları olan Suudî Arabistan ve İsrail yolculuklarının etkilerini vurgulamıştı: Başta Lübnan'daki Hizbullah ve Beşar Esad'ın Suriye rejimi olmak üzere bölgede İran ve müttefiklerini hedef akalan, İsrail, Suudî Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Sudan’ın oluşturduğu emperyalizm yanlısı bir savaş ekseninin oluşumu.
Bu kötücül ittifakın ana hedefi ve mağduru kaçınılmaz bir şekilde Filistin halkı ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını da içerek biçimde Filistinli mültecilerin geri dönme hakkı olacaktır. Bir yıl sonra bu öngörü gerçekleşti ve emperyalizmin saldırganlığını tam gaz ilerletmesi 2018 yılı Haziran ayının sonunda bu Acil Avrupa-Akdeniz Buluşması’nı gerekli kıldı. Emperyalist saldırganlığın yükselmesinin birbirleriyle bağlantılı adımları şunlar: Trump’ın 2015’te İran ile imzalanmış olan nükleer antlaşmayı yırtıp atması; ABD Büyükelçiliğini Nakba’nın yıldönümünün hemen öncesinde Kudüs’e taşıma provokasyonu; Büyük Geri Dönüş eylemlerinde silahsız Filistinlilerin Gazze’de Siyonist ordu tarafından katledilmesi; Siyonist devletçe kabul edilen ırkçı “[sadece] Yahudilerin anavatanı” temel yasasının Filistinli Arap vatandaşların zaten sınırlı olan haklarını yerle bir etmesi, etnik kökene ve dine göre ayrımcılık yapmayı yasallaştırması, hatta İsrailli Yahudilerin bile demokratik özgürlüklerini sınırlaması.
Bölgede yeni bir emperyalist düzen kurmayı amaçlayan bu karşı-devrimci stratejinin merkezinde, yıkılmış eski Sykes-Picot anlaşmasını, Trump’ın da övdüğü ve “Yüzyılın Antlaşması” olarak nitelendirdiği rezil “Kushner Planı” ile değiştirmek vardır. Trump-Netenyahu ikilisinin arkasında, Kushner, Suudî veliaht prensi Muhammed bin Salman, Birleşik Arap Emirlikleri veliaht prensi Muhammed bin Zayed, Mısırlı diktatör Sisi’nin de desteğiyle; Filistinli burjuva yetkililerinin, Batı Şeria ve hatta Gazze’ye yapılacak altyapı yatırımları, yoksul halka yeni iş imkanları sağlanması ve vatan haini yerel yetkililere Körfez hükümdarlarından para aktarılması karşılığında Filistin’in ulusal bağımsızlık haklarından vazgeçmesini kelimenin tam anlamıyla rüşvetle sağlamak istemektedirler.
5. Filistin sorununu toprağa gömerek, ana tehdit olarak gördükleri İran’a saldırmak için yolun açılmasını umut ediyorlar. Ana sorun nükleer programlar ve füze programları değildir. Pompeo ve Bolton’un kamuoyuna belirttiği gibi, ABD ve İran’ı asıl ayıran 1979 İran Devrimi’dir. Bu sebepten ötürü, ABD, bölgedeki devrimci anti-emperyalist tüm yükselişlerin kaynağı olarak İran’ı görüyor ve bundan dolayı Suudî Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Yemen’deki soykırımcı savaşını her açıdan destekliyor.
Planlarının gerçekleşmesi için İran askeri güçleri ve 2006’da İsrail ordusunu Ortadoğu’da yenen tek askeri güç olan Lübnan Hizbullah’ını Suriye’den çıkarmak üzere Putin rejiminin iş birliğine ihtiyaç duyuyorlar. Bunun karşılığında, İsrail, Beşar Esad iktidarını, 1974’te Golan bölgesinde güçlerin ayrılmasını temel alan ve Beşar Esad’ın babası Hafız Esad tarafından imzalanan antlaşma uyarınca kabul edecek ve en önemlisi de Rusya'ya karşı Batı yaptırımlarını sona erdirmek için Ukrayna konusunda ABD-Rusya anlaşması yapılacaktır. 16 Temmuz’da Helsinki’de yapılan buluşmanın hemen öncesinde Netanyahu’nun ve Ali Ekber Velayeti’nin Moskova ziyaretleri bu yakıcı konuyla doğrudan bağlantılıdır.
6. İsrail-Suudî Arabistan'ın İran'a karşı yürüteceği savaş, saldırganlar için kolay bir görev olmaktan uzaktır. Güçlü ordularıyla, yüksek askeri teknolojileriyle, milyar dolarlık harcamalarıyla Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, bölgenin en fakir ülkesi olan dağılmış Yemen’deki Husi isyancılarını 3 yılı aşkın süredir devam eden savaşta mağlup edemedi. İran, Şah karşıtı tamamlanmamış ve yolundan saptırılmış halk devriminin damga vurduğu çok büyük bir ülkedir ve Tahran’daki teokratik rejime yönelik yaptırımlara ve bunlardan doğan şikâyetlerden kaynaklı tüm sosyal güçlüklere karşın halkı emperyalizme boyun eğmeye hazır değildir.
Şimdilik İsrail ve İran güçlerinin çatışması Suriye toprakları ve hava sahasıyla sınırlıdır. Emperyalizm ile müzakereler ve karşılıklı tavizler Suriye ve Ortadoğu’da kalıcı bir barış getiremez veya uzun vadede Rusya’nın kendisine yapılacak bir askeri saldırıyı bile önlemez.
Savaş çığırtkanlarının karşılaştığı en büyük engel ise yoksullaştırılmış halk kitleleri, işçiler, kent yoksulları, çiftçiler ve en önemlisi de genç, ezilen kesimlerdir. Yeni hazırlanan bir raporda, İMF, 2011’deki devrimci “Arap Baharı”nı yaratan, geçici olarak gerilemiş olsa da genç işsizliği merkezde olmak üzere, emperyalist saldırganlık, iç savaşlar ve askeri darbeler gibi sosyal etmenlerin hala mevcut olduğu ve derinleşen dünya kriziyle bunların yeniden ateşlendiği konusunda uyarılarda bulundu.
İşsiz gençlerin, işçilerin, kent yoksullarının 2018 yılı boyunca Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Tunus, Fas, İran, Ürdün ve Irak gibi ülkelerde yoksulluğa ve kemer sıkma politikalarına karşı aralıksız isyanları bu durumun en net kanıtıdır.
İsrail’de bile binlerce İsrailli Yahudi, yeni ırkçı Ulus Devlet Yasası’na karşı harekete geçti.
Gazze’de de Büyük Geri Dönüş’ün ön saflarında, erkek ve kız gençlerden oluşan yeni bir Filistinli savaşçı kuşağı, laik ve İslamcı geleneksel Filistin siyasî partilerini devre dışı bırakarak bazen duvarın öbür tarafındaki İsrailli barış aktivistleriyle bile temas kurmaya yelteniyorlar. Bunlar, gelecek için umut kaynağıdır. Kazanmak için bir stratejiye; örgüte; bir perspektif ve programa; Siyonizm, emperyalizm ve gerici Arap kral ve diktatörlerine teslim olmuş eski burjuva elitlerinin yerini alacak gerçek bir devrimci önderliğe ihtiyaçları var.
Bölge çapında ve ötesinde, yükselen devrimci güçleri güçlendirecek ve onlarla beraber yürüyecek, yerel burjuva seçkinlerinden ve emperyalizmden siyasi olarak bağımsız, Filistin, Arap, Türk, İran, Kürt ve tüm ezilen halklarla dayanışma içinde olan uluslararası bir mücadele birliği gereklidir.
Emperyalistler Suriye, Yemen ve tüm Ortadoğu’dan defolun! Kahrolsun Siyonizm, geri dönüş hakkı dahil Filistin halkının tüm ulusal haklarına tam destek! Ortadoğu'nun özgür halklarının Sosyalist Federasyonu içerisinde yer alacak özgür, laik, sosyalist bir Filistin için ileri!
7. Doğu Akdeniz'deki devasa doğalgaz yataklarının keşfi ve Balkanlar ile Avrupa'ya yeni enerji aktarım yolları; rekabet halindeki çokuluslu şirketler, çatışan emperyalist çıkarlar ve rakip bölgesel güçler arasında hali hazırda anlaşmazlık çıkaran bir durum ve çekişmelerin odak noktası oldu. Savaşın Ortadoğu yanardağından Balkanlar ve Avrupa'ya yayılması tehdidi çok yakındır.
Yunanistan, Kıbrıs ve Türkiye arasında gerilim ve savaş dili yükseliyor. Suriye ve Irak’ta Kürtlere karşı savaş operasyonları düzenleyen Erdoğan Türkiyesi, 1923 Lozan Antlaşması’na meydan okuyor ve bölgede yeni Osmanlıcı hayaller besliyor. Erdoğan’a karşı 2016 yılında düzenlenen darbe girişimi sonrasında siyasî krizin derinleşmesi, ABD, AB ve NATO ile olan sürtüşmeler, kötüye giden dünya kapitalist krizinin aşırı borçlanmış Türk ekonomisine ve Türk lirasına yaptığı etki, Türkiye’nin Kıbrıs ve Ege’de Yunanistan’la olan rekabetinin sertleşmesine sebep oluyor.
Öbür taraftan, ekonomik olarak iflas etmiş ve sosyal olarak perişan bir durumda olan Yunanistan’da, hâkim sınıfın bazı kesimleri ve aşırı sağ milliyetçi Bağımsız Yunanlılar ile koalisyon içinde olan sözde sol hükümet Syriza, ABD ve NATO’nun bölgedeki saldırgan planlarına dahil olup bu durumdan bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Çipras hükümeti, yeni doğalgaz yataklarının kârını paylaşmak için daha şimdiden Netenyahu’nun İsrail’i, Kıbrıs’ın sağ kanadının temsilcisi Anastasiadis ve Mısırlı diktatör Sisi ile bir ittifak içine girdi. Düzenli olarak bölgede ortak askerî operasyonlara ve çalışmalara katılıyorlar. Yunan burjuvazisinin ve sözde sol hükümetin tutkusu, Yunanistan’ı bölge çapında hegemonik bir “Balkanların İsrail’i” haline getirmektir. Hâkim sınıfların bu çılgınlığı, Yunan halkının kendisi için bir kabustur ve tarihî bir felaketin tertibidir.
Yunanistan ve Türkiye arasında askerî bir çatışma, iki taraf için de gerici bir savaş olacak ve ikisi de şimdiden kapitalist krizin yıkıcı etkilerinin kurbanı haline gelmiş bulunan Yunan ve Türk halkları için felaketle sonuçlanacaktır.
Ege’nin iki yakasında Yunan ve Türk işçileri ve yoksulları birleşmeli, kitlesel hareketlerle, uluslararası dayanışmayla ve devrimci araçlar kullanarak gerici savaş tehdidine, iki tarafı da tehdit eden felakete karşı mücadele etmelidir. Eğer bu canice adım gerçekleşirse, iki halk da hâkim sınıfların gerici savaşına son vermek için bunu sömürülenlerin ve ezilenlerin tüm ezenlere karşı sosyalist devrimine dönüştürmelidir. Kapitalist hâkim sınıf, kendi ülkemizin sınırları içinde esas sınıf düşmanıdır ve devrilmelidir. Ortak geleceğimiz militanca savunulacak bir enternasyonalizme ve uluslararası sosyalizme bağlıdır!
İşgal edilmiş ve bölünmüş Kıbrıs hakkında, Birleşmiş Milletler tarafından geliştirilen, adanın bölünmesini, emperyalist üslerin ve yabancı askeri birliklerin (İngiliz, Türk, Yunan, BM) varlığını sürdürmeye yönelik bütün emperyalist planlar ve entrikalar reddedilmelidir. Rum Kıbrıslı ve Türk Kıbrıslı işçilerin ve yoksul köylülerin birleşmiş, sosyalist Kıbrıs’ı için ileri!
8. Atina ve Üsküp arasında Makedonya Cumhuriyeti’nin adı hakkında 27 yıldır süren anlaşmazlık konusunda, Yunanistan’ın vetosuna son verecek ve bu küçük Balkan ülkesini bu iki emperyalist ittifaka dâhil edecek bir düzenleme için NATO’nun Avrupa Birliği desteğiyle aldığı inisiyatife Yunan hükümetinin gönüllü desteği, Zaev ve Çipras’ın 17 Haziran 2018’de anlaşması ile sonuçlandı.
Amerika, NATO ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen bu anlaşma, faşistler, sağ, ordu ve kilise tarafından istismar edilen Yunan ve Balkan milliyetçiliğinin barut fıçısını şimdiden bir kez daha ateşledi. Anti-emperyalist ve anti-kapitalist güçler, bu gerici güçlerle mücadeleyi bırakmadan, sağ veya “sol” görünümlü milliyetçiliğe en ufak taviz vermeden, AB-NATO Zaev-Çipras anlaşmasını reddetmelidir.
Bu anlaşma barış değil, savaş getirir. Yugoslavya’yı barbarca bir taarruz savaşı ile yok edip, yerine eskiden Yugoslavya’nın parçası olan Makedonya Cumhuriyeti’ni de içeren güçsüz manda benzeri ülkelerden oluşan bir takımadayı bırakmış olan NATO, felaketler dışında bir şey getirmez. NATO’nun sözde “isim tartışması”nı çözme konusundaki baskısının sebebi Rusya’yı kuşatmayı tamamlamak için Makedonya’da askerî bir üs kurma ihtiyacı duymasıydı. Makedonya’nın NATO’ya katılmasıyla, Vardar Nehri vadisi askerî birliklerin Pire Limanı’ndan Balkanların içine kolayca ve süratle taşınmasında kullanılabilecek.
Bu anlaşma halklar arasında kardeşlik sağlayamaz, ancak çatışma ve milliyetçi taşkınlığa yol açar ki bunu şimdiden en karşı devrimci güçlerin liderlik ettiği şovenist hareketlerde görebiliyoruz.
Bu anlaşma, halklara özgürlük getiremez, ancak özgürlüğün düşmanlarının ve faşistlerin saltanatını getirir. Makedonya Cumhuriyeti’nin NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne girmesine karşı Makedonya halkının özgürlüğünü ve kendi kaderini tayin hakkını, ülkesinin ismini kendisinin seçmesini savunuyoruz. Yunanistan dâhil, hiçbir ulus ya da devletin başka bir ulusa bir ismi dayatma hakkı yoktur.
Bütün Balkan halklarının, Yunanistan’daki Makedon etnik azınlık dâhil yarımadadaki bütün ezilen etnik ve dini azınlıkların özgürlüğünü ve eşitliğini savunuyoruz.
Balkanların Naziler tarafından işgali sırasında Yugoslavya, Arnavutluk ve Yunanistan’da yükselen anti-faşist sosyalist devrimin sloganını sahiplenmeliyiz: Faşizme ölüm! Halka hürriyet!
Dahası bizim sloganımız, Büyük Güçlerin egemenliğine ve yerli şovenist hâkim sınıflara karşı, 15. yüzyılın komünisti Bedreddin’in Balkan halklarını ırk ve din gözetmeden birleştirme hayaliyle, Rigas’ın ve daha sonra Kristiyan Rakovskiy’in stratejik hedefleriyle uyumlu biçimde şöyle olmalı:Özgür Balkan halklarının Sosyalist Federasyonu için ileri!
9. Balkanlar Avrupa’nın Ortadoğu’ya kapısı konumunda olduğu, Rusya açısından tehlikeli bir yerde ve uluslararası tüm çelişkilerin ve düşmanlıkların kesişme noktasında yer aldığı için, buranın jeo-stratejik önemi hafife alınamaz.
Balkanlar tarihte pek çok kez ulusal ve uluslararası savaşlara sahne oldu. Şimdi ise yeni savaş hazırlıklarının ve Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika’da emperyalist savaşın ve yıkımın kurbanları olan mülteci/göçmen yığınlarının Avrupa’ya tehlikelerle dolu ulaşma çabalarının sahnesi haline geldi.
Trajedinin gerçek sorumluları olan Batılı emperyalist haydutlar ve saldırganlar, kurbanlarının kesin bir ölümden kaçarak sığınmalarını engellemek için bir “Avrupa Kalesi” inşa ettiler. Meriç Nehri, Ege denizi ve Akdeniz erkek, kadın, çocuk, yaşlı binlerce masum insan için mezarlığa dönüştü.
2016’da Avrupa Birliği, “Batı Balkan yolu” olarak anılan geçişi kapattı, Erdoğan’ın Türkiye’si ile meşhur anlaşmayı imzaladı ve Yunanistan ve başka ülkelerde mahsur kalanlar için insanlık dışı koşullarda toplama kamplarının bulunduğu “sorunlu bölgelerden” oluşan bir takımada oluşturdu. 511 milyon insanın yaşadığı bir kıta Suriye’den bir milyon mülteciyi kabul etmeyi imkânsız bulurken, çok daha küçük boyutlardaki 5 milyon nüfuslu Lübnan 1 milyon, Ürdün ise 3 milyon mülteciyi kabul etti.
Sadece Orta ve Doğu Avrupa’da değil, aynı zamanda Avusturya’da, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da ve benzer ülkelerde de görülen göçmen karşıtı histeri, Avrupa’nın siyasi haritasını değiştiriyor, aşırı sağ ve faşist benzeri güçleri hükümetlerde veya muhalefette ileri konumlara getiriyor. Sahte “popülizm” terimi hâkim sınıfın işine yarayacak şekilde, olgunun gerçek sosyo-politik doğasını ve maddi köklerini örtmek için kullanılıyor. Son tahlilde, iktisadî ve siyasî milliyetçiliği, merkezkaç güçleri, devlet otoriterliğini güçlendiren, işe yarar bir şekilde mültecilerde, tüm azınlıklarda ve toplumun en zayıf katmanlarında karakter bulan günah keçilerinin yaratılmasına neden olan şey, AB’nin dünya kapitalist krizinin bir sonucu olan dağılma süreci ve sermayenin küreselleşmesinin çökmesidir.
Şimdi, İtalya’daki ırkçı aşırı sağ hükümetin seçilmesinden sonra, Orta Akdeniz yolu da kapanmış durumda. 2018 yılının Haziran ayındaki AB zirvesi meşhur Dublin Anlaşmasını yeniden düzenlemekte bile başarısız oldu ve mülteciler için yalnızca Avrupa Birliği’nin dışında, çoğunlukla mahvolmuş Libya’nın savaş ağaları ve köle pazarlarının orta yerine korkunç “tahliye kampları” kurmaya karar verdi.
Bu şüphesiz Avrupa’da medeniyetin çürümesinin ilerlemesinin kesin bir kanıtı, aynı Trump barbarlığının Meksikalı ve diğer Latino çocukları annelerinden ayırma suçunu işlemesi gibi.
Göçmen karşıtlığının zehri ne yazık ki solun saflarına da nüfuz etti, solun parlamenter reformist biçimleri tehlikeyi püskürtmekte başarısız oldu ve bazı örneklerde milliyetçiliğin, yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın yükselişine katkıda bulundu.
İşçi sınıfı evrensel bir sınıf olarak hareket etmediği müddetçe kurtuluşa varamaz: Kendisini özgürleştirmek için, toplumun bütün ezilenlerini özgürleştirmesi gerekir. Mülteciler/göçmenler işçi sınıfının rakibi değil, kapitalizm tarafından yönetilen aynı işgücü piyasasının kurbanlarıdır. İstihdamı, ücretleri, emeklilik maaşlarını, işçilerin tüm sosyal haklarını yok eden sermayedir, sermayenin kurbanı mülteciler değil. Emperyalist ülkelerin halkları ve yeryüzünün lanetlileri arasındaki aşırı eşitsizliğin maddi koşullarını yaratan baştan beri Avrupalı güçlerin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin emperyalizmidir. Avrupa’nın işçi ve halk hareketleri yalnızca eşit haklar için değil, aynı zamanda açık sınırlar, AB’nin bütün göçmen karşıtı politikalarına son vermek, “sorunlu bölgeleri” ve toplama kamplarını kaldırmak, faşistlerin mültecilere ve göçmenlere saldıran güçlerine karşı öz savunma grupları kurmak için mültecilerle dayanışma içinde mücadele etmelidir.
Mültecilerin kaderi, Avrupa burjuvazisine ait Avrupa Birliği projesinin çöküşünün yarattığı yıkıntıların altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olan bütün sömürülenlerin ve ezilenlerin kaderini gösteriyor. Gerçek anlamda insanca bir gelecek ve medeniyete giden yol ancak Lizbon’dan Vladivostok’a uzanacak şekilde Avrupa’nın Sosyalist birliği için ortak uluslararası mücadele ile açılabilir.
10. Son onyıl içinde Avrupa’daki isyanlar, ABD’deki Occupy (İşgal et) hareketi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Arap devrimleri yalnızca başlangıçtı. Bir geri çekilme döneminin ardından, 2018’de Tunus’ta, İran’da, Ürdün’de, Irak’ta kitlelerde yeni bir yükseliş görülüyor ve dünya kapitalist krizi yeni bir sarsıntı dönemine giriyor.
Küresel sistemik kriz bir yandan savaş eğilimi, bir yandan da devrim eğilimi doğuruyor. Uluslararası işçi hareketinin önündeki stratejik görev, geçtiğimiz dönemin kendiliğindenliğinin sınırlarını aşmak ve kendini bilinçli bir devrimci önderlik için gerekli perspektif, strateji, taktikler ve programla donatmaktır.
Günümüzün, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan eski dünya düzeninin parçalandığı, en derin uluslararası karşılıklı bağımlılık ve küresel kapitalist kriz koşullarında, işçilerin ve tüm ezilenlerin dünya çapındaki devrimci mücadelelerini organize edecek ve zafere, insanlığın evrensel kurtuluşuna, komünizme ulaştıracak devrimci bir ENTERNASYONAL’e her zamankinden çok ihtiyacımız var.
Oy birliğiyle kabul edildi
Eretria, Yunanistan, 25 Temmuz 2018