Akdeniz: Dünya devriminin yeni havzası!

The Mediterranean: new basin of world revolution!

البحر الأبيض: الحوض الجديد للثورة العالمية

مدیترانه: حوزه جدید انقلاب جهانی

Il Mediterraneo: nuovo bacino della rivoluzione mondiale!

Μεσόγειος: Νέα λεκάνη της παγκόσμιας επανάστασης!

Derya Sıpî: Deşta nû a şoreşa cihânê

Միջերկրական ծով: նոր ավազանում համաշխարհային հեղափոխության.

El Mediterráneo: Nueva cuenca de la revolución mundial!

La Méditerranée: nouveau bassin la révolution mondiale!

Mediterrâneo: bacia nova da revolução mundial!

NATO kuşatmasına Rusya’nın yanıtı

1. Ukrayna krizi

Bir sorunu nasıl adlandırdığınız çok önemlidir. Yaşanmakta olan krizin adını doğru koyalım: Mesele Rusya’nın Ukrayna’yı tehdit etmesi değil. Mesele, Rusya’nın NATO’nun kendisini tehdit etmesine karşı bir askerî barajla emperyalizmin bu tehdidine “dur!” demesi. Bu baraj bugünün koşullarında Ukrayna sınırında kuruldu. Başka koşullarda başka bir coğrafyada kurulabilirdi. Konu Ukrayna değil. Konu NATO-Rusya gerilimi.

30 yıl önce 1991’in sonunda Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ve dağılışının hemen ertesinden başlayarak Batı emperyalizmi, NATO’yu adım adım Avrupa’nın doğusuna doğru genişletti. Önce Batı Almanya ile Doğu Almanya 1990’da birleşince elbette Doğu Almanya toprakları da NATO’nun yetki alanına girdi. Ardından eskiden NATO’ya karşı kurulmuş olan Varşova Paktı’nın üyelerinden üçü, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan NATO’ya katıldı. Bu sıralar Rusya’nın başında henüz Amerikan uşağı gibi davranan Boris Yeltsin vardı. 2004’te yeni bir genişleme dalgası geldi: Eski Sovyet cumhuriyetlerinden üç Baltık ülkesi (Estonya, Letonya, Litvanya), eskiden Varşova Paktı üyesi olan üç ülke daha (Slovakya, Romanya ve Bulgaristan) ve bir eski Yugoslav cumhuriyeti Slovenya NATO’ya üye oldu. 2009’da iki yeni Balkan ülkesi daha katıldı Atlantik Paktı’na: Arnavutluk ve Hırvatistan. Son olarak Karadağ da 2017’de üye oldu.

Sonunda iş Ukrayna’nın NATO üyesi olmasına kadar geldi. Bunun tarihi de epey geri gidiyor. 2003’te Gürcistan’da, 2004-2005’te ise Ukrayna’da Batı yanlısı, AB ve NATO üyeliğini hedefleyen önderlikler ardında, artık tarihe “renkli devrimler” olarak geçen ayaklanmalar yaşandı. Gürcistan NATO üyeliği hevesinde çok ileri gidince 2008’de yaşanan Rusya-Gürcistan savaşında topraklarının bir bölümünün Rusya’nın himayesine giren bağımsız cumhuriyetler haline gelmesine razı olmak zorunda kaldı. Ukrayna ise 2014’te Avrupa Birliği’nin “İyi Komşuluk Politikası” adı altında NATO’nun Truva atı gibi davrandığı bir süreç içinde Maydan olayları sonunda, faşist hareketlerin de güç kazandığı bir rejim altında yüzünü bütünüyle Batı’ya döndü. Rusya’nın buna cevabı, zaten 1950’li yıllara kadar kendisinin toprağı olan ve Ruslar, Rusça konuşan Ukraynalılar ve Tatarların bir arada yaşadığı Kırım’ı bir referandum yoluyla kendi topraklarına yeniden katmak ve Ukrayna’nın Rusça konuşulan ve sanayi proletaryasının güçlü olduğu doğusunda, Rusya sınırına bitişik Don Havzası’na yerli nüfusun, yeni iktidar yapısına isyan ederek kurduğu Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetlerini açık açık desteklemek oldu. Bugün Ukrayna üzerinde odaklanan krizin kökleri Maydan olaylarında yatıyor.

Ukrayna’yı bugüne kadar NATO üyesi olan Doğu Avrupa ülkelerinden ayıran, ötekilerin (Letonya ve Estonya istisnaları dışında) hiçbirinin Rusya’nın sınır komşusu olmamasıdır ama bundan ibaret değildir. Ukrayna, Belarus ile birlikte, Rusya açısından özel bir konum arz eder. Bu üç ulus her bakımdan akrabadır. Dilleri, kültürleri, dinleri, tarihleri uzun yüzyıllardır ortak olmuştur. Üstelik, Ukrayna Rusya ile sınırdaş olan öteki iki ülkeden farklı olarak küçük değildir. Letonya 2 milyon, Estonya ise 1 milyondan biraz fazla bir nüfusa sahipken, Ukrayna’nın nüfusu 45 milyondur. Yani 145 milyonluk Rusya’nın yaklaşık üçte biri.

Ukrayna’nın NATO üyesi olması demek, Rusya’nın kapı komşusu olan bu ülkeye yarın nükleer silahlar konuşlandırılmasına kapı açılması demek. Bu ise, Rusya’nın bağrına silah dayamaktan başka anlam taşımıyor.

Emperyalizmin ikiyüzlülüğü

Eski işçi devletlerini adım adım Rusya düşmanı bir konuma sürükleyen emperyalizm başından beri bu ülkelerin bağımsızlığını ve ulusal egemenliğini bahane göstererek, mesela Ukrayna’nın istediği sistemi seçmekte ve istediği uluslararası örgüte üye olmakta özgür olması gerektiğini söylüyor. Biraz Amerika’nın kendisinin uluslararası politikada böyle “yüce” ilkelere ne ölçüde saygı gösterdiğine bakalım.

Dünyanın geri kalanını bir an için unutalım. Amerika, Batı yarıküresi için 200 yıldır Monroe Doktrini adını taşıyan bir stratejik yaklaşımı benimsemiş bir ülkedir. Bunun anlamı, Latin Amerika’nın ABD’nin bir nüfuz alanı olduğunun diğer büyük güçlerce ya da daha sonra kullanılan terimle süper güçlerce kabulünün gerekli olduğudur. Bazıları Amerika’nın artık eskiden olduğu gibi işine gelmeyen bir rejimin veya hükümetin kurulduğu her ülkeye deniz piyadeleri yollamadığını, darbeler yaptırmadığını ileri sürebilir. Mesele yöntem değildir, içeriktir. Amerika’nın kendi “arka bahçesi”ne başka büyük güçleri karıştırmama, Batı yarıküresinde kendi çıkarlarına aykırı rejimler kurdurmama kararlılığıdır.

Şimdi emperyalistlerin bu konuda nasıl ikiyüzlü olduğunu somut bir güncel örnekle görelim. ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken Ukrayna sınırındaki krizin arka planı ile ilgili olarak şöyle diyor: “Bir ülkenin başka bir ülkeye izleyeceği politikaları dayatma ya da o ülkenin kiminle işbirliği yapacağı konusunda söz söyleme hakkı yoktur; bir ülkenin nüfuz alanı yaratma hakkı yoktur. Bu anlayışın tarihin çöp kutusuna fırlatılması gerekir.” Yani Rusya suçludur. Nokta.

Zannedersiniz ABD nüfuz alanları oluşturmaktan, başka ülkelere politikalar dayatmaktan, onların kiminle işbirliği içinde olacağını belirlemeye çalışmaktan çoktan vazgeçmiş. Daha 2018’de ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Monroe Doktrini’nin “bugün de yazıldığı gün kadar geçerli olduğunu” söylemiş olduğu kayda geçmiş durumda. Ertesi yıl, Ulusal Güvenlik Konseyi başkanı John Bolton’un “Monroe Doktrini yaşıyor ve sağlıklı” diye övündüğü.

Suçu Trump yönetimi temsilcilerine atmaya hazır “demokrat Biden” hayranlarının homurdandığını duyar gibiyiz. Oysa Biden yönetimi Küba ambargosunu kaldırmak bir yana kuvvetlendirdi. ABD bunu demokrasi için yaptığını söylüyor ama bütün dünya bunu yadsıyor. Geçen yıl Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kendi emperyalist ortakları dâhil olmak üzere 184 ülke ambargonun kaldırılması yönünde oy kullandı. Ambargoyu savunan ise sadece iki ülke vardı: ABD ve İsrail. Yalnız bir ayrıntı gözden kaçmasın: 184 ülkeden ayrı duran üç ülke çekimser oy kullandı. Diğer ikisi bizi bu yazıda ilgilendirmiyor ama üçüncüsü Ukrayna idi! (Genel Kurul, Marksistlerin genel olarak burjuva parlamentoları için uygun gördüğü nitelemenin doruğudur: Tam bir “gevezelik atölyesi”dir. Kararlarını uygulatma konusunda elinde hiçbir araç yoktur.)

Biden yönetimi aynı zamanda Venezuela’yı açlıkla terbiye etmeye çalışıyor. Trump döneminde en ufak bir yasal gerekçeye dayanılmaksızın ülkenin başkanı ilan edilen Juan Guaidó, Biden tarafından da destekleniyor. Venezuela’nın mali kaynakları bu haydut başkan bozuntusunun elindedir. Halk bu yüzden açtır, sağlık sorunlarıyla karşı karşıyadır. ABD’nin bütün amacı, Küba’da işçi devletini, Venezuela’da ise emperyalizme karşı konumlanmış olan Bolivarcı rejimi yıkmaktır. Hangi “tarihin çöp kutusu”ndan bahsediyorsunuz?

NATO emperyalist savaş aygıtıdır

ABD Dışişleri Bakanı’nın yukarıda alıntılanan cümlesinde ifade edildiği gibi mesele Ukrayna’nın “kiminle işbirliği yapacağı” sorusu üzerine bir tartışma değildir. Mesele SSCB ve müttefiklerine karşı kurulduğu halde bugün yeniden yapılanarak bütün dünyanın işlerine karışmak üzere hazırlanan, Afganistan savaşı (2001-2021) örneğinde görüldüğü gibi, “politika dayatmak” ne demek, yüz binleri, milyonları öldürerek silah zoruyla ABD kuklası rejimler kurmayı düstur edinen (bunun adı “rejim değişikliği” olarak konulmuştur 1991 Körfez Savaşı’ndan beri) bir savaş aygıtıdır. Özel bir tehdittir.

Rusya NATO’nun kendi bağrına silah dayamasına karşı çıkmakta bütünüyle haklıdır. Esas mesele Ukrayna’nın bağımsızlığı ve egemenliği değildir. Ukrayna burjuvazisinin, kendisini emperyalist sistemin bir parçası haline getirme hevesi içinde ülkesini emperyalizmin silahı olarak kullandırma hevesidir. Bundan faydalanan emperyalizmin, birkaç dakika içinde Moskova’ya düşebilecek bir nükleer füzeyi Ukrayna’nın doğusuna yerleştirerek Rusya’yı teslim almak ve günü geldiğinde ezmek isteğidir. Bunu anlamayan bugün yaşanan ve Ukrayna sınırında odaklanan gerilimin ne olduğunu anlayamamış demektir.

Anlamak isteyene çıplak bir gerçeği hatırlatıyoruz: Bush ile Putin iki kez çevrim içi görüşme yaptı. Geçen haftanın neredeyse tamamı çeşitli diplomatik toplantılarda bu meselenin tartışılmasıyla geçti. Her defasında Rusya’nın tek bir talebi oldu: Rusya NATO’nun daha fazla genişlemeyeceğinin, eski işçi devletlerine silah konuşlandırılmayacağının güvencesini istiyor. Ama bu aşamada tek bir talebi var: Ukrayna’nın asla NATO üyeliğine alınmayacağının garanti edilmesi.

Her kim bu çatışmada ve yarın olası bir savaşta demokrasi adına, Putin rejiminin despotluğuna karşı demokrasileri tercih etmek adına, Ukrayna’nın bağımsızlığı ve egemenliği adına ABD ve AB’yi desteklerse, o, emperyalizmin Rusya’nın bağrına silah dayaması uğruna çaba gösteriyor demektir.

Ne “ama”ya yer vardır, ne ikircikliliğe. Bütün dünyanın işçileri, emekçileri, ezilenleri, onlar adına mücadele ettiğini iddia eden partiler hep birlikte şöyle demelidir: NATO Ukrayna’dan elini çek!

2. Küba füze krizinin 60. yıldönümü üzerine düşünceler

Soğuk Savaş olarak bilinen, 40 yıldan uzun süren ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona eren dönemin başlıca iki özelliği vardı. Bunlardan ilki dönemin iki “süpergücü” olan ABD ile SSCB’nin sınıf karakterlerinden kaynaklanıyordu. Bu devletler, tarihî olarak birbiriyle uzlaşmaz bir çelişki içinde olan iki sınıfın, burjuvazinin ve proletaryanın hâkimiyetini temsil eden iki ayrı sosyoekonomik oluşumun, kapitalizmin ve sosyalizmin dünya çapındaki önce güçleriydi. Aralarındaki gerilim tarih boyunca nüfuz bölgeleri, sömürgeler vb. üzerinde çelişkiye düşen devletlerin arasındaki gibi üstesinden gelinebilecek türden anlaşmazlıklar değildi; birinin varlığı öteki için varoluşsal bir tehditti. Dolayısıyla, Soğuk Savaş hızla bir dünya savaşına dönüşme potansiyeline sahipti.

İkincisi, bunlar dünyanın en büyük nükleer silah stokuna sahip iki ülkeydi. Aralarında doğacak ve kaçınılmaz olarak NATO İttifakı ile Varşova Paktı’nın üyesi ülkeleri de içine çekecek bir dünya savaşı, bu yüzden insanlığın, hatta yeryüzünde canlı varlığın sonu demek olabilirdi.

İki ülkenin arasındaki gerilimler karşılıklı tehdit düzeyinde mi kalmıştır yoksa böyle bir nükleer savaşın eşiğine geldikleri olmuş mudur? Bu sorunun, bütün Soğuk Savaş tarihçilerince verilen ortak cevabı, bütün bu dönem boyunca iki ülkenin savaşın eşiğine en çok yaklaştığı anın 1962 yılındaki Küba füze krizi olduğudur.

Küba füze krizinin dinamikleri

Ne güzel rastlantı: Bu yıl Küba füze krizi olarak anılan bu olayın 60. yıldönümünü idrak ediyoruz. Yıl içinde, hele hele krizin yoğun bir biçim aldığı 22-28 Ekim arasında bu tarihî önemdeki olay mutlaka ayrıntısıyla tartışılacaktır. Biz bu tartışmayı daha Ocak ayından gündeme getiriyorsak, bunun nedeni Küba füze krizinin bugünkü Ukrayna krizinin tersyüz edilmiş hali olmasındandır.

Olayın nasıl yaşandığını bilmeyenler için, özel olarak da genç kuşaklar için 60 yıl önce dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren gelişmelerin ne olduğunu yalın biçimde özetleyelim.

Bilindiği gibi, Küba devrimci 26 Temmuz Hareketi, 1958-1959 yılbaşı gecesi iktidarı ele geçirmişti. Bunu izleyen iki yıl boyunca Küba’nın yeni devrimci iktidarı, devrim öncesinde ada üzerinde neredeyse mutlak bir ekonomik ve politik hâkimiyet kurmuş olan Amerikan emperyalizmiyle adım adım tırmanan bir çelişki içine giriyordu. Sonunda adadaki emperyalist Amerikan sermayesi mülksüzleştiriliyor, buna karşılık ABD Küba’ya (bugün 60 yıl sonra hâlâ devam etmekte olan) ağır bir ekonomik ambargo koyuyor, devrimci Küba rejimi ise başlangıçta gündeminde olmadığı halde 1961 yazında artık sosyalizm yoluna girmiş olduğunu ilan ediyordu. ABD bunun üzerine Kübalı karşı devrimcileri silahlandırıp adaya çıkararak deyim yerindeyse filmi geri sarmaya çalışacak, ama tarihe “Domuzlar Körfezi çıkartması” olarak geçen bu olayda ağır bir yenilgiye uğrayacaktı.

1962 yılında yaşanan Küba füze krizinin dinamikleri işte Küba ile ABD arasında yaşanan bu Davud ile Calut kavgasında yatıyor.

“Küba”dan “füze”ye

Küba füze krizinde ikinci unsur füze faktörü. Bu ise Küba’nın sosyalizm yoluna girdiğinin ilan edilmesinin Soğuk Savaş’a yeni bir unsur getirmiş olmasının sonucu. 1962 yazında Sovyetler Birliği’nin o dönemdeki önderi Hruşçov Küba’ya yolladığı temsilciler aracılığıyla Fidel Castro ve arkadaşlarıyla gizli bir görüşme yapıyor ve iki taraf adaya nükleer başlıklı Sovyet füzeleri yerleştirilmesi üzerinde anlaşıyor. ABD birkaç ay U-2 casus uçaklarının keşif uçuşlarına rağmen bunları keşfedemese de Ekim ayında nihayet bu bilgiye ulaşıyor. İşte kriz bu aşamada başlıyor.

22 Ekim’de ABD’nin o dönemdeki başkanı John Kennedy aldığı kriz tedbirlerini ortaya koyuyor. Bunlardan üçü en büyük önemi taşır: (1) Küba’ya bir “karantina” uygulanması. Bu aslında ablukanın hafifletilmiş bir ifadesidir. (2) Küba’ya silah ve malzeme taşıyan Sovyet gemilerinin uluslararası sularda durdurulmasına ilişkin karar. (3) Füzeler çekilmeyecek olursa Küba’nın işgali.

22 Ekim’den 28 Ekim’e kadar yaşanan çok ağır kriz sırasında her iki taraf da diğerini geriletmek için elinden geleni yapıyor. Sonunda Hruşçov işin gittiği yerin gerçekten çok tehlikeli olduğunu gördüğü için geri adım atıyor.

Küba’daki nükleer başlıklı füzeleri geri çekmeyi kabul ediyor, böylece Küba füze krizi, başladığından 6 gün sonra 28 Ekim’de savaş çıkmaksızın çözüme kavuşturulmuş oluyor.

Ukrayna krizinin tersyüz edilmiş hali

Küba krizi bugün yaşanmakta olan Ukrayna krizinin anlamını kavramak ve ABD’nin ikiyüzlülüğünü gün yüzüne çıkarmak bakımından mükemmel bir laboratuvardır. ABD 1962’de neden nükleer bir dünya savaşı çıkarmayı göze alarak bir kriz yaratmıştır? Çünkü Kennedy’nin açık açık söylediği gibi Rus nükleer silahlarının kendi ülkesine 90 mil (yaklaşık 150 kilometre) uzaklıktaki bir ülkede konuşlanmasına izin vermesi çok ağır bir tehdidi kabul etmek olurdu. Kennedy ABD’nin buna izin vermeyeceğini açıkça ifade etmiştir.

Bugünkü tartışma nedir? Roller tersine dönmüştür. Her ne kadar Sovyetler Birliği (şimdilik) artık yoksa da, onun en büyük mirasçısı devlet olan Rusya Federasyonu’nun cumhurbaşkanı Putin, NATO’nun 30 yıllık genişlemesinin, sonunda kendi ülkesine sınır komşusu olan Ukrayna’ya kadar geldiğini hesaplayarak, bu ülkenin topraklarına nükleer silah yerleştirilmesine yol açabilecek olan NATO üyeliğine “nyet” diyor, yani bunu veto ediyor. Bunun Küba krizinde ABD’nin aldığı tavırdan ne farkı vardır ki bu kadar gürültü yaratılmaktadır?

Belki Putin’in hedefine değil de yöntemlerine karşı mı tepki göstermektedir Batı ittifakı? Putin Ukrayna sınırına asker yığmıştır. Bu bir savaş tehdidi olarak görülüyor ve sabah akşam kınanıyor. Peki Kennedy yönetimi ne yapmıştır? Birincisi Küba’ya abluka uygulamaya başlamıştır. Rusya Ukrayna’ya hiç olmazsa doğusundan ve (müttefiki Belarus’un desteğiyle) kuzeyinden uygulayabileceği bir ambargo bile uygulamıyor. İkincisi, Kennedy birçok Sovyet askerî gemisini fiilen durdurmuş ve bir kısmını geri yollamıştır. Bu tür müdahalelerin her iki tarafın iradesinden bağımsız olarak tırmanarak savaşa yol açabilecek riskler yaratacağı açıktır. Üçüncüsü, Kennedy resmen Küba’ya işgal edeceğini açıklamıştır. Putin böyle bir tehdide hiçbir an başvurmamıştır. Buna rağmen bu kadar çok eleştiriliyor ve kınanıyor Rusya.

Emperyalistlerin iki yüzlülüğünün ne kadar sınır tanımak bilmez olduğunu gösteren benzer bir olay çifti muhtemelen modern tarihin sayfalarında bulunamaz!

 

 

3. SSCB’yi dağıtanlara lanet!

Bundan kısa süre önce bu sitede Sovyetler Birliği’nin dağılmasının 30. yılı vesilesiyle birkaç yazı yayınlandı. Bunların biri olayın tarihî gelişmesini anlatıyordu. Bu gelişmenin en çarpıcı yanı, 15 cumhuriyetin bağlı olduğu bu dev federal cumhuriyetin dağılmasının sorumlusunun, 1922 yılında ülkeyi kuran parti olmasıydı: Lenin’in, artık Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) adını taşımakta olan partisi! Ülkeyi kuran, ülkeyi dağıtıyordu. Tabii, Lenin’in ölümünden  sonra köprülerin altından çok su akmış, 1930’lu yıllarda işçi devletinde iktidarı ele geçiren bürokrasi, adını aynen korumakla birlikte partiyi de kendi partisi haline çevirmişti.

İşte bu partinin 1991 yılında ülke dağılana kadar Genel Sekreteri olan ve dolayısıyla Sovyetler Birliği’nde geçerli siyasi yapıda ülkenin en yetkili kişisi olan, yani SSCB’nin dağılışında baş sorumlu konumunda olan Mihail Gorbaçov, bu yıl dağılmanın 30. yıldönümünde bir demeç vererekABD’yi “kibirli ve kendine aşırı güvenli” (“arrogance” and self-confidence” olmakla, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra bütün Batı dünyasını, ama özellikle ABD’yi “zafer sarhoşluğu”na (trumphalism) kapılmakla, eleştiriyordu.

Aslında Gorbaçov 2016’da, çöküşün 25. yılında da bir demeç vererekbu “zafer sarhoşluğu”nu kınamıştı. Şunu da söyleyerek: “Ellerini ovuşturarak şöyle diyorlardı: ‘Ne güzel! Onlarca yıldır şu Sovyetler Birliği’ne ne yapsak diyorduk, şimdi kendi kendini ortadan kaldırıyor’.” (They were rubbing their hands, saying, ‘How nice! We had been trying to do something about the Soviet Union for decades, and it ate itself up!’”)

Gorbaçov’un aklı nihayet başına geliyor anlaşılan!

NATO saldırganlığının sorumluluğu restorasyonistlerde!

Gorbaçov, SSCB’yi oluşturan öteki cumhuriyetlerin her birinin parti sekreterleriyle, bu arada daha sonra Rusya Federasyonu’nun Cumhurbaşkanı olacak olan Boris Yeltsin ile birlikte, “komünist” adını taşıyan bir partinin bir numaralı lideri olarak ülkede kapitalizmin restorasyonunun (yeniden tesisinin) önünü açmaktan tarih önünde suçludur. En büyük suçu budur elbette, ama tek suçu değildir. Gorbaçov ve bütün o ekip aynı zamanda dünya çapında emperyalizmin doğasından gelen savaşçı eğilimlerin önündeki en büyük engel olan güçlü dev SSCB’yi dağıtarak bu eğilimlerin yeniden canlanmasının önünü açmaktan da suçludur.

Bunu kendisi de itiraf ediyor. 25. yıldönümünde verdiği demeçte açıkça Batı ile Rusya’nın arasındaki gerilimin o döneme kadar geri gittiğini, Batı’nın “zafer sarhoşluğu” içinde Rusya’yı karşısına aldığını söylüyor. 2021 sonunda verdiği 30. yıldönümü demecinde ise bunu somutlaştırıyor: Bu yüzden Batı’nın ve ABD’nin NATO askerî ittifakını genişletip durduğunu açıkça söylüyor. Geç gelen adalet, adalet değildir sözüne nazire yapalım: Bu kadar geç anladınızsa anlamadınız da denebilir.

Putin de restorasyonisttir!

İlk bakışta Gorbaçov’lardan ve Yeltsin’lerden farklı olarak Putin’in ve ekibinin emperyalizme karşı Rusya’nın çıkarlarını koruduğunu, bugün NATO’nun genişlemesine kararlı bir şekilde karşı çıktığını söylemek mümkün. Türkiye’de “Avrasyacılık” adı altında Putin’de (ve  Şi Cinping ÇKP’sinde) emperyalizme karşı bir müttefik bulunabileceğini savunan odaklar var.

Hesaba katılmayan şu: Restorasyonizm Rusya’yı zayıflatmıştır. Putin, eski devletin istihbarat örgütü KGB’nin (yeni adıyla FSB’nin) bir ajanı olarak Sovyet bürokrasinin bir hizmetkârı iken, arkadaşlarıyla birlikte neredeyse bir çete olarak Rusya yönetimine gelmiş biridir. Eski bürokrasinin temsilcilerinin Amerikan uşağı sarhoş Yeltsin’den daha iyi olduğunu söyleyeceklere, SSCB’de kapitalist restorasyonun tam da bu toplumsal katman tarafından gerçekleştirildiğini, Putin ve ekibinin de (azınlıkta kalan Sovyetler Birliği savunucusu bürokratik kanatlardan farklı olarak) restorasyonist kanattan olduğunu bütün pratiğiyle kanıtlamış olduğunu hatırlatırız. Putin, Sovyet işçi sınıfının kamu işletmelerini Yeltsin döneminde yağmalamış olan bürokratların oluşturduğu oligarkların bir kısmına karşı savaş açarak kendine sadık bir oligarklar katmanı oluşturmuştur. Esas iktidar tabanını işte bunlar oluşturmaktadır. Bunun dışında, faşizan milliyetçi Jirinovski’den eski bürokrasinin bazı kanatlarının sözcülüğünü yapan KPRF (Rusya Federasyonu Komünist Partisi) lideri Zyüganov’a kadar uzanan bir ittifaklar zincirini ustalıkla kurarak iktidarını perçinlemiş bulunmaktadır.

“Olsun” diyecekleri duyuyor gibiyiz, “emperyalizmle mücadele ediyor ya.” Onlara bir kez daha restorasyonizmin Rusya’nın gücünü toplumsal olarak ve dolayısıyla ideolojik olarak alttan alta oymuş olduğunu hatırlatalım. Bugün restorasyonistler de sürekli olarak SSCB’nin Hitler’in Nazi ordularına karşı 1941-1945 arasında süren savaşta kazandığı zafere sahip çıkmak zorunda kalıyorlar. Kendileri de Sovyet işçi devletinin yarattığı teknolojik olanaklar sayesinde güçlüler: Uzay teknolojisinden nükleer silahlara kadar Rusya teknolojik bakımdan, başka hiçbir devletin olmadığı kadar ABD’ye yakın derecede ileri bir askerî güce sahip. Hatta yine Sovyetler Birliği’nde daha ilk günden doğa bilimlerine yapılan ciddi yatırımlar sayesinde bugün de geliştirilebilen ve ABD’nin henüz karşısında kendini koruma araçlarına sahip olmadığı bazı silahlara (mesela hipersonik füzelere) ve muazzam güçlü bir siber savaş altyapısına sahip.

Hitler’e direnen ABD’ye de direnir. Mi? Savaşların sadece askeri teknoloji ile kazanıldığını sananlar tarihten hiçbir ders almamış demektir. Tarihin gördüğü en büyük askerî güç olan ABD ordusunun, 1950’li yıllar sonundan 1975’e kadar süren savaşta Vietnam’da bozguna uğraması veya nükleer gücü bile olan, askerî teknolojisi o derecede gelişkin Fransa’nın Cezayir devrim ve savaşında (1954-1962) yenilgiyle karşılaşması nasıl açıklanacak? SSCB’nin Nazileri yenilgiye uğratmasını Rusya’nın iklimine verenler, Lenin ve Trotskiy zamanında kurulan Kızıl Ordu’nun (en büyük generalleri Moskova Davaları’nda idam edilmesine rağmen) Sovyet işçi sınıfının büyük bölümünün ve köylülüğün bir kısmının kendilerine ait olarak gördükleri bir devleti korumak için, yani kendilerinin ve çocuklarının hayat koşullarını güvence altına almak için çarpıştığından dolayı Hitler’i yenilgiye uğrattığını anlayamaması işte bu tarihî yanlışın bir başka tezahürüdür.

Öyleyse, kapitalizmin restorasyonu Rusya’nın (ve elbette öteki eski Sovyet cumhuriyetlerinin) savunma gücünün en belirleyici yanını ortadan kaldırmıştır! Bir işçi devletinin yerini bir casuslar-oligarklar-mafya devleti almıştır.

Ne Rusya’da ne diğer cumhuriyetlerde hesap kapanmadı

Bugün Rusya’da ve diğer cumhuriyetlerde işçi devletinin ve merkezî planlamayla yürüyen kamu ekonomisinin yerinde yeller esiyor. Ama en başta Rusya’da sosyalizmin cazibesi hâlâ yaşıyor. Bu ülkelerdeki komünistler son yüzyıllarda hep kapitalizm altında yaşamış toplumlardan farklı bir insan malzemesiyle ve çok çelişkili bir toplumsal bellekle karşı karşıya. Gelecekte emperyalizme karşı verilmesi gerekebilecek bir savaşta komünistler bunun bilinciyle savaşacaktır. Rusya’yı, Kazakistan’ı, Belarus’u, (yarın siyasi atmosfer değiştiğinde Ukrayna’yı bile) restorasyonist bürokrasinin mirasçısı oligarklar çetesi ve onların temsilcileri değil, ancak işçi sınıfı ve onun müttefiki olabilecek toplumsal katmanlar gerçekten koruyabilir.

NATO Rusya ile savaşa girerse, ABD ve NATO emperyalizminin yenilgisi için mücadele etmeliyiz. Ama bilmeliyiz ki, Rusya bu savaşta zorlandıkça tarih komünistleri yeniden göreve çağırıyor olacaktır. Rusya’da emperyalizme karşı direniş, devrimin de yeniden tarihin gündemine gelmesi anlamına gelecektir.