‘Hicap’ ya da başörtüsü, İran ile ilgili birçok kişinin aklına gelen ilk kavramdır. Özellikle AKP döneminde ‘Türkiye İran olacak mı’ endişesinin büyük kısmı kadınların başörtü zorunluluğunu ima eder. ‘İran şah dönemi daha iyiydi’ diyenler hemen arkasından ‘kadınlar mini etekle başörtüsüz gezebiliyorlardı’ der Türkiye’de, hatta İran’ın kendi muhalefeti de ‘özgürlük’ diye kadınların kılık kıyafetini ilk hedef olarak gösterir. Ama ‘hijap’ meselesinin kısa tarihi, İslam cumhuriyetinin bu konudaki yıllara yayılmış tutumu ve İran halkının bu konudaki tepkileri gerçekte nedir?
İslam devriminin gerçekleşmesinin hemen ilk haftalarında, rejimin teorisyenleri hicap meselesinin İslam cumhuriyetinin kopmaz ve en esas özelliklerinden biri olacağına karar veriyor. Bunun ardından Humeyni yüzbinlerce kadının öfkesini kazandığı o meşhur konuşmasında ‘Kadınlar eskisi gibi işyerlerinde çalışabilecek ama çıplak değil’ der, tabii burada ‘çıplak’ kelimesinden kasıt ‘islami hicap’ giymeyen kadınlar. O günden bugüne İran rejiminin devrimin hemen sonrası alınan kararlarının birçoğunun yıllar içinde nasıl renksizleştiğini görmek mümkün, dış siyasetinden, ‘mazlumların devrimi’nden, köylüler, tarımcılara olan devlet yardımlarına (“Jehade Sazendegi”) kadar birçok kavram kaybolsa da hicap meselesi hiç değişmedi ve hâlâ İslam cumhuriyetinin en temel özelliğidir. Bu o kadar belirgin ki muhaliflerin ‘rejim değişikliği’ diye vadettikleri arasında en önde (hatta elle tutulur tek vaat) hicap zorunluluğunun kaldırılmasıdır. Yani eğer bir gün İran’da başörtü yasağı kaldırılırsa İslam cumhuriyeti çökmüştür demektir.
Humeyni zorunlu hicap ilkesini açıkladıktan hemen sonra, kadın işgücünü büyük oranda kaybetme tehlikesi ile karşılaştı. ‘Temizlik dönemi’ diye anılan o dönemde siyasi görüşün yanı sıra kadınların kılık kıyafet çok önemli bir kriter oldu, yüz binlerce kadın çalışma yaşamından koparılıp evlerin köşesinde kalmaya mahkum edildi. Birçok kadın ise işini kaybetmek istemediği için “uygun islami hicap” kılığına girmek zorunda kaldı. O gün bu gündür, İranlı kadınların iş becerilerinden ziyade kılık kıyafeti işe alım sürecinde önemli kriterdi. Kamu çalışanları çok sert bir mülakat sürecinden geçiyorlar ve kadınlar için bunun en büyük kısmı hicabın ne kadar İslami olduğudur. Diğer taraftan, özel sektörde, fabrikalarda bu kılık kıyafet meselesi birçok iş olanağını imkansız kılıyor ve hatta işverenlerin bu konuyu kendi işlerine gelecek şekilde kullanabilmelerini sağlıyor. Çünkü İslam cumhuriyetinde eğer bir kadın tacize, tecavüze uğruyorsa ilk başta kadının erkeği tahrik ettiği öne sürülür. Bunun en önemli örneği birkaç sene önce İsfahan şehrinde birkaç erkeğin bir özel partiyi basıp kadınlara tecavüz etmelerinin ardından resmi devlet adına konuşanların bu konuyu kadınların uygunsuz ve tahrik edici giyinmeleri ile vurgulamalarıydı.
İran’da büyüdüğün aile ortamından bağımsız, kadınlar çok yoğun bir baskı altında toplumda boy gösterebilirler. ‘Kadınlar suçlu doğuyor’ desek abartmış olmayız herhalde. İslam Cumhuriyeti’nin kadınların emniyetini korumak için tek kuralı kadınların kendilerinin erkekleri tahrik etmeyecek şekilde giyinip davranmalarıdır. Erkek saldırır doğaldır, korunmak kadının görevidir. Ama binlerce tecavüz örneğinde kurban olan kadının ‘çarşafı’ var, bunun açıklaması ise yine kadındadır. Yani kadınlar çarşafla bile masum kalamıyorlar ve tek seçenek gün geçtikçe evlerin köşelerinde yaşayıp çürümeleridir.
Devrimin hemen sonrasında ‘uygun hicap’ kavramı tartışılmaya başlamıştı. ‘Çarşaf’ mı yoksa uzun elbise de olur mu? Böyle sorular çok sorulmuştu. O günden bugüne, ‘uygun hicap’ rejimin kendi içinde de tartışılıyor. Yıllardır mecliste, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hicap meselesi gündem olsa da, tek tartışılan şey, ‘hicabın’ tanımı, devletin bu konuyla ilgili ne kadar sert olması gerektiğidir ama hiç bir zaman hicabın tamamen kaldırılmasıyla ilgili bir gündem rejim içinde oluşmamıştır.
Ahmedinejad döneminde Türkiye’de “ahlak polisi” diye bilinen birimler oluşturuldu. Ondan önce “hizbullah” veya devrim muhafızlarına bağlı gruplar bu görevi üsleniyordu. “Ahlak polisi” aslında bir polis birimiydi. Hukuki olarak ‘uygunsuz hicap’ın cezası kırbaç cezası veya ona denk para cezası olsa da, cezanın kendisi tartışılan bir gündem olmuyordu. “İrşad polisi”, (irşad Arapça’da doğru yol göstermek anlamına gelir) özel araçlarıyla kentin etrafında dolaşıyor ve uygunsuz bir şekilde kadın görürse araca alıyor, telefonunu, kimliği alıyor, sonra bir daha bu şekilde yakalanırsa ceza alacağını anladığına dair taahhüt belgesi imzalatıyor. Kadın daha sonra ya hemen bırakılıyor ya da polis merkezine “irşad ve ikna” için götürülüyor. Son senelerde birçok video polisin kadınları araca alma süresinde gösterdiği şiddeti gösteriyor, bu durum rejim içinden bile eleştiri alıyor ve hatta bu birimin iptalini isteyenler de olsa bu şiddet hiç azalmıyor. Hamenei “İrşad polisi”nin bu eleştirilere hiç dikkat etmemeleri ve görevlerine devam etmeleri gerektiğini vurguluyor. Taksi şirketleri ‘kötü hicablı’ kadınları arabaya almıyor, alırsa ve polis kameralarına yakalanırsa “trafik cezası” alıyor. Araba kullanan kadınlara ara sıra ‘hicabsız kameralarımıza görünmüşsünüz’ diye uyarı (daha doğrusu tehdit) mesajları gönderiliyor.
Bugün dünyada ‘Mahsa Amini’ etiketi ile gündeme gelen olay tam da bu şiddetin ürünüdür.
13 Eylül’de Mahsa (Jina) Amini (Okunuşu: Mehsa Emini) Tehran’da işte böyle bir “İrşad polis” aracına zorla bindirildikten sonra, yanındaki diğer tutukluların söylemine göre polisler tarafından diğer itiraz edenlerle birlikte dövülmeye başlıyor. O sırada Mahsa halsiz bir şekilde tutuklu merkezine götürülüyor. Binadaki şahitlerin birinin söylediğine göre, Mahsa az sonra yüzü bembeyaz kesilerek halsiz düşüyor. Çok geciktikten sonra ambulans çağrılıyor. Mahsa Tahran’ın çok iyi bir hastanesinde yatırılıyor. Hastanede Mahsa komaya giriyor ve yaşam şansının %3 olasılıkla olduğu doktorlar tarafından bildiriliyor. Mahsa 22 yaşında genç ve mutlu bir kız. En sevdiği bölümü en sevdiği üniversitede o yıl kazanmış ve Tahran’a yeni taşınmış. Ailesinin söylediğine göre daha önce herhangi bir ciddi sağlık sorunu yokmuş. Hastaneden sızdırılan resimlerde görülenlere göre Mahsa’nın kulağında ve gözünün altında kızarıklar var. Ne kadar polis ve rejim medyası Mahsa’nın kalp krizi geçirdiğini söylese de herkes bunun darp sonucunda beyin kanaması olduğunun farkında. Mahsa üç gün sonra yani 16 Eylül’de gözlerini bu dünyaya kapatıyor.
Son zamanlarda İran’da halk isyanlarının esasını ya kadın hakları (özellikle de hicap) ya da işsizlik ve yaşam pahalılığı oluşturuyor. Sanki rejim birini bastırınca diğer tarafta öteki patlak veriyor. . Bu ikisini Şahçı-Amerikancı muhalefet elbette kasıtlı olarak ayırıyor. Onlar işçi sınıfı ve emekçilerin sorunlarının hiçbir şekilde öne çıkmasını istemedikleri için işsizlik ve yaşam pahalılığını hasır altı ediyor. Solda yaygın bir tutum ise mücadeleyi sınıf sorunlarıyla sınırlandırmak eğiliminde. Oysa halk kitleleri bu iki davanın birbirine bağlı olduğunu haykırıyor. Zorunlu hicap karşıtı savaş sınıf mücadelesinin müttefikidir. ‘Nan, kar, azadi’ (ekmek, iş, özgürlük) sloganı ‘jin, jian, azadi’ (kadın, yaşam, özgürlük) sloganıyla yan yana dans ediyor. Mahsa’nın komaya girme haberinin yayıldığı andan itibaren protestolar başladı. Mahsa’nın cenazesinde kadınlar başörtülerini çıkararak slogan atıyorlardı: ‘jin, jian azadi’. Tahran'da üniversitelerde isyanlar devam ediyor ve birçok şehirde halk dayanışması sürüyor. Kürdistan eyaletinde birçok şehir genel yas ilan ederken işyerleri kapatılıyor. Rejim büyük bir baskı ve şiddetle protestocuları geri püskürtüyor. Bugüne kadar en az bir ölü kaydedilmiştir. 22 Kasım 2019’dan, ‘İnkilap kadınları’ hareketinden beri İran halkının giderek daha da cesur bir şekilde sokağa akın etmesine şahidiz. Birçok videoda orta yaşlı, genç kadınlar başörtüsünü çıkarıp TOMAlara karşı slogan atıyorlar. Tahran’da “ölüm olsun zalime ister şah olsun ister rehber” sloganları İran halkının mücadelesinin ne kadarda ilerici olduğunun bir göstergesidir.