Akdeniz: Dünya devriminin yeni havzası!

The Mediterranean: new basin of world revolution!

البحر الأبيض: الحوض الجديد للثورة العالمية

مدیترانه: حوزه جدید انقلاب جهانی

Il Mediterraneo: nuovo bacino della rivoluzione mondiale!

Μεσόγειος: Νέα λεκάνη της παγκόσμιας επανάστασης!

Derya Sıpî: Deşta nû a şoreşa cihânê

Միջերկրական ծով: նոր ավազանում համաշխարհային հեղափոխության.

El Mediterráneo: Nueva cuenca de la revolución mundial!

La Méditerranée: nouveau bassin la révolution mondiale!

Mediterrâneo: bacia nova da revolução mundial!

Avrupa’da yeni bir “Zeitenwende” başlıyor

AP seçimleri öncesinde yapılan kamuoyu araştırmaları aslında adını doğru koyacak olursak ön-faşist (proto-faşist) partilerin güçleneceğine ve parlamentoda etkili bir iktidar adayı olacağına dair öngörülerde bulunuyordu. Nitekim öyle de oldu. İtalya’nın Kardeşleri (FdI) liderliğindeki Avrupa Muhafazakârları ve Reformistleri (ECR) koalisyonu 73, Fransa’daki Ulusal Birlik’in Kimlik ve Demokrasi (ID) koalisyonu 58 ve Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi 15 olmak üzere toplam 146 sandalye kazandı. Bu sayı AB Parlamentosu’nun 720 sandalyesinin beşte birinden fazlasına (yüzde 22) tekabül ediyor ve 2019 AP seçimlerinde aşırı sağın aldığı bir önceki rekor oy oranına (yüzde 18) kıyasla 28 sandalyelik bir artış anlamına geliyor.

Almanya’da “merkez sağ ve sol” partiler (CDU/CSU daha az olmak üzere) önemli oranda oy kaybına uğradılar. Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD)’nin aldığı oy oranı yüzde 13,9’a düştü. SPD’nin koalisyon ortağı Yeşiller ise yüzde 20.5’den (2019) yüzde 11,9’a düştü. Hür Demokrat Parti’nin (FDP) yüzde 5,2’lik oy oranıyla birlikte Almanya’da mevcut hükümeti oluşturan partiler oyların sadece yüzde 31’ini alabildi. Ön faşist AfD oyların yüzde 15,9’unu alarak merkez sağ Hristiyan Demokratların (CDU/CSU) ardından (yüzde 30) Almanya genelinde ikinci sırada yer aldı; ülkenin doğusunda ise birinci parti konumuna geldi. Sol Parti oyların yüzde 2.7’ini aldı. Sol Parti’den ayrılan siyasetçilerin kurduğu ve ulusal sol politika izleyen Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) ise ilk kez katıldığı seçimlerde önemli bir çıkışla Almanya genelinde yüzde 6,2, doğudaki eyaletlerde ise yüzde 13.8 oy alarak meclise 6 milletvekili gönderdi.

AfD ve BSW’nin bu oyların nereden ve niçin geldiği Almanya’daki faşizan partilerin yükselişini değerlendirmek bakımından önem taşımaktadır. Öncelikle ülkenin ikinci büyük partisi konuma gelen AfD’nin aldığı bu yüksek oy oranında en çok CDU/CSU (570 bin) ve SPD (570 bin) seçmeninin bu partiye yönelmesi rol oynadı. Keza FDP (430 bin) ve Sol Parti (150 bin) seçmenlerinden de bu partiye ciddi bir yöneliş olduğu görülüyor. Buna karşılık BSW’nin oylarını artırmasında SPD (580 bin), Sol Parti (470 bin) ve AfD (160 bin) seçmenlerinin bu partiye yönelmelerinin önemli bir rol oynadığını söylemek mümkün.   

Almanya’da ilk kez 16-17 yaşındaki gençlerin de oy kullandığı AP seçimlerinde AfD’nin oylarını daha çok 16-29 (yüzde 17) ve 30-44 (yüzde 20) yaşındaki görece genç seçmenlerden aldığı görülüyor. Asıl önemli olan ve seçmenlerin sınıfsal konumu hakkında yaklaşık da olsa bir fikir verebilecek mesleki dağılımına bakıldığında AfD’nin geçmiş yıllara kıyasla daha çok mavi yakalı işçiden (toplam işçilerin içinde yüzde 25!), beyaz yakalı işçiden (toplam içinde yüzde 14) ve devlet memurlarından (toplam içinde yüzde 7) oy aldığının altını çizmek gerekir. Bu bakımdan AfD, işçi sınıfı arasında daha örgütlü olduğu bilinen SPD’nin işçilerden (toplam içinde yüzde 14) aldığı oy oranını geçmiş durumdadır. SPD ile beyaz yakalı işçilerden (toplam içinde yüzde 15) aldığı oy oranı ile başabaş durumdadır. SPD’nin özellikle memurlardan aldığı oy oranı (toplam içinde yüzde 18) sadece AfD’nin değil, diğer partilerin de yukarısındadır. BSW’nin bu açıdan oy oranlarına baktığımızda mavi yakalı işçilerden (toplam içinde yüzde 7), beyaz yakalı işçilerden (toplam içinde yüzde 6), devlet memurlarından (toplam içinde yüzde 5) ve serbest çalışanlardan (toplam içinde yüzde 6) oy almıştır. Bu oranlar hem Sol Parti’nin aynı mesleki dağılıma göre aldığı oy oranlarından daha yüksektir hem de ilk defa seçime giren bir parti için azımsanmayacak bir yükselişi ifade etmektedir. Alman Sendikalar Birliği (DGB) tarafından yayımlanan veriler ise daha çarpıcıdır. Sendika üyeleri içerisinde AP seçimlerinde AfD’ye oy verenlerin oranı yüzde 18.5 (ülke genelinde 15.9 iken!) olup, uzun yıllardır sendikalarla kuvvetli bağı bulunan SPD’nin sendikalı işçilerden aldığı oy oranını (yüzde 18.1, ülke genelinde yüde 13.9) geçmiştir.  

Yapılan araştırmalar seçmenlere “seçim tercihinizde sizin için rol oynayan en önemli etken hangisiydi?” sorusunda birinci sırada barış, ikinci sırada sosyal güvenlik ve üçüncü sırada göç gelmektedir. Tüm bu veriler ışığında, Almanya’da seçmenlerin yüzlerini merkez sağ veya solda yer alan partilerden ön-faşist ve milliyetçi partilere döndükleri, bunların çoğunun genç, emekçi ve sendikalı oldukları görülmektedir. 

Avusturya’da ise seçimler Almanya’dakine kıyasla, faşizmin Avrupa’daki yükselişi bakımından daha da çarpıcı bir biçimde sonuçlanmıştır. Avusturya’da iktidarda yer alan Avusturya Halk Partisi (ÖVP)’nin oyları, 10 puan birden azalarak yüzde 24.7’ye gerilemiştir. Bu parti elde ettiği oy oranıyla seçimlerde ikinci parti olmuştur. Buna karşılık, AP’de Ulusal Birlik (Le Pen) ve Hollanda Özgürlük Partisi (Geert Wilders) ile birlikte Kimlik ve Demokrasi (ID) grubu içinde yer alan önfaşist niteliğindeki Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), kamuoyu araştırmalarında da öngörüldüğü üzere, 2019 seçimlerine kıyasla oylarını 8.3 puan artırarak seçimlerden yüzde 25.5 oy oranıyla birinci parti olarak çıkmıştır. Bu oy oranıyla FPÖ ülke çapında ilk defa bir seçimde en güçlü parti konumunu elde etmişir. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ) ise yüzde 23.3 oy oranı ile üçüncü parti olmuştur.

Mesleki dağılım itibariyle FPÖ’nün hangi kesimlerden oy almış olabileceği konusunda yapılan araştırmalar özellikle mavi yakalı işçilerin (yüzde 44) bu partiye oy verdiğini göstermektedir. FPÖ, beyaz yakalı işçiler ve memurların oylarının yöneldiği partiler arasında da ÖVP ve SPÖ ile hemen hemen aynı düzeydedir.

Seçim kampanyasını “AB çılgınlığını durdurun” sloganıyla sürdüren FPÖ’nün oylarını artırmasında rol oynayan etkenlerin başında, yapılan anket sonuçlarına göre, göç ve savaş/güvenlik sorunları (yüzde 44) gelmektedir. Bunu çevre sorunları (yüzde 33) ve ekonomi ve diğer toplumsal sorunlar (başta hayat pahalılığı olmak üzere) izlemektedir. 

Avusturya’daki seçim sonuçları, ilginçtir, Avrupa çapındaki sonuçların (ön faşist niteliğindeki partilerin parlamentodaki koltuk sayısının yüzde 25’ini elde etmesi) ortaya çıkardığı genel eğilimle bire bir örtüşmektedir.  

AP seçimlerinin sonuçlarını, Avrupa’nın geleceğinin belirlenmesinde hem iktisadi hem de politik açıdan kritik ağırlığa sahip olan Almanya’yı temel alarak değerlendirecek olursak karşımıza şu tablo çıkmaktadır. Ukrayna savaşı etkisi altında yükselen enerji fiyatları, buna bağlı olarak artan enflasyon ve hayat pahalılığı, kemek sıkma politikalarıyla birlikte artan yoksullaşma, bunun da bir sonucu olan barınma sorunu ve tüm bu sorunların “günah keçisi” olarak gösterilen göçmen düşmanlığı bu seçimlere damgasını vurmuştur. Emekçilerin ve orta sınıf diye adlandırılan modern küçük burjuvazinin ekonomik koşullarının kötüleşmesi kadar bu yönelişe damgasını vuran bir diğer önemli etken de başta Almanya olmak üzere Avrupa’da bir savaşa hazırlık döneminin yaşanıyor olmasının yarattığı toplumsal huzursuzluktur. Almanya Başbakanı Scholz 2022 yılında ABD-NATO ve AB emperyalizminin Ukrayna’da Rusya’ya karşı yürüttüğü vekalet savaşının hemen ertesinde, dünyanın (aslında Alman emperyalizminin) artık bir dönüm noktasında olduğunu vurgulamak amacıyla “Zeitenwende” kavramını dolaşıma sokmuştu. Alman egemen sınıfına ve bürokrasisine yakın olan Bilim ve Politika Vakfı (SWP) geçen ay yayınladığı bir raporda “Avrupa devletlerinin 5 Kasım’da ABD’de yapılacak yeni başkanlık seçimlerinden sonra yeni bir dönüm noktası ile daha karşı karşıya olduğunu” ve bundan böyle Alman dış politikasının ve askeri politikasının “ana görevinin” AB’yi ve Avrupa’nın NATO üyelerini “saldırgan ve revizyonist Rusya’ya karşı korumak” olduğunu belirtiyordu. İşte bu koşullardır ki Alman işçi sınıfının ve modern burjuvazinin çeşitli kesimlerinin sorunlarına çözüm üretemeyen “merkezde” yer alan (Yeşiller, sosyal demokratlar ve muhafazakârlar) partilere sırtlarını dönmelerine ve milliyetçi, ön faşist partilerden medet ummalarına yol açmıştır. Peki bu yönelişin altında yatan belirleyici etkener nelerdir?

Dünya kapitalizminin bunalımı ve Alman emperyalizminin açmazları

Dünya kapitalizminin ağır bir depresyon eğilimi altında olması ve özellikle 2008 dünya finansal kriziyle birlikte bu eğilimin güçlenmesi, uzunca bir süredir dünya ekonomisinin yavaş büyümesine yol açmakta, Avrupa ekonomilerinin de büyümesini aşağı çekmektedir. Buna Ukrayna savaşının etkisi altında artan enerji fiyatları ve korona pandemisinin dünya ekonomisindeki sarsıcı etkileri de eklendiğinde sermaye birikimi daha çok dış pazarlara dayalı olan Alman kapitalizmi her geçen gün rekabet gücünü kaybetmektedir. 

Daha evvel Rusya ile iktisadi ve politik açıdan yakın ilişkiler yürütmüş olan Alman burjuvazisi, Ukrayna Savaşı nedeniyle, ABD-NATO’nun baskısı altında hem hammadde hem de pazar olarak önemli yer tutan Rusya ile bağlarını koparmak durumunda kalmıştır. Dünya ekonomisinin durgunluk eğiliminde olması, buna bağlı olarak dünya ticaret hacminin yavaşlaması, ABD ile Çin arasında artan rekabet basıncı, tüm Avrupa emperyalist sermayelerini olduğu gibi özellikle Alman sermayesini de bir ikilemle karşı karşıya bırakmaktadır: Bir yandan ucuz ara girdi temini olanakları ve yadsınamaz büyüklükte olan pazarına bağımlılığı nedeniyle Çin’le ilişkilerini sürdürme ihtiyacı ile bir ABD-NATO müttefiki olarak ilişkilerini adım adım kesme basıncı. Alman burjuvazisinin karşılaştığı bu çelişkiler kendisini en çok dış politikada açığa vurmaktadır. Çeşitli sermaye fraksiyonları “Atlantikçi” bir konumda kalarak ABD-NATO çizgisi altında varlığını sürdürmekten (“küreselci” kanat) yana iken diğerleri Rusya ve Çin ile iyi ilişkiler sürdürüp, bu arada özerk bir askeri güç haline gelme hedefini (milliyetçi kanat) öne çıkarmaktadırlar. Aralarındaki farklara rağmen ön faşist AfD ya da milliyetçi sol BSW gibi partilerin güçlenmesini Alman burjuvazisinin çeşitli fraksiyonlarının kendi içlerinde yaşadıkları bu çelişki ve çatışma karşısında gösterdikleri tepkinin (“Moskova mı Vaşington mu?”) bir sonucu olarak görmek gerekir.  

Keza Alman burjuvazisinin dünya pazarında ve emperyalist egemenlik alanında keskinleşen rekabet karşısında kendi içinde yaşadığı bu çelişkiler AB’deki hâkim konumunu da aşındırmaktadır. Çünkü Alman emperyalizmi açısından dünya politikasında ABD ve Çin karşısında özerk bir güç haline gelmek bakımından en önemli aygıt olarak ihtiyaç duyduğu AB’yi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme hedefi ve buna yönelik olarak attığı adımlar Fransa, İtalya gibi ülkelerin burjuvazileriyle yaşanan çelişkileri şiddetlendirmektedir. Bunun sonucu olarak AB emperyalist yapısının yürütme organı olan AP içinde de bir dizi gerilime yol açmaktadır. Bu gerilimler milliyetçi temellerde (“Germany First” ya da “France First” gibi) merkezkaç eğilimini güçlendirdiği ölçüde adeta AB’nin de altını oymaktadır.

Alman burjuvazisinin ABD’den askeri anlamda bağımsızlaşmak ve Doğu Avrupa’da etki alanını genişletme hedefini yakın gelecekte nasıl gerçekleştireceği, Fransız burjuvazisiyle birlikte bir Avrupa ordusunu kurup kuramayacağı hem ABD’nin izleyeceği politikaya hem de AB içindeki hegemonik konumunu sürdürüp sürdüremeyeceğine bağlı olacaktır.

Yukarda değindiğimiz “Zeitenwende” kavramının toplumsal yaşamda dolaşıma sokulması Alman emperyalizminin ve militarizminin açmazlarını çözmek üzere izlenen politikada yeni bir stratejik hamlenin ifadesidir. Bu hamlenin sözkonusu açmazlara bir çözüm olup olmayacağını şimdiden öngörmek zordur. Ancak kesin olan şudur: Ülke adım adım bir savaş ekonomisine doğru yönlendirilmektedir. Geçen hafta gerçekleşen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinden kısa bir süre önce ise Alman hükümetinin “sosyal demokrat” Savunma Bakanı Boris Pistorius, Almanya’nın 2029 yılına kadar “savaşa hazır” (kriegstüchtig) olması gerektiğini, bu doğrultuda gençler için zorunlu askerlik görevinin yürürlüğe girmesi gerektiğini açıklıyordu. Savunma harcamalarının milli gelirdeki payının yüzde 4’e çıkarılması hedefi de sıklıkla dile getirilmektedir.

Burjuva rejimin ve sol reformizmin krizi

AB’nde hegemonik konumda olan ve AP’de en yüksek oranda temsil edilen SPD’den Yeşillere, FDP’den CDU/CSU’ya tüm Alman partileri (AfD ve BSW’yi ayrı bir yere koymak gerekir), seçimlerden önce “Avrupa değerlerini savunmak” ve “barışı korumak” adına, “sağa kayma” tehlikesine işaret ederek hiç utanmadan oy istediler. Sanki İsrail’in Gazze’deki soykırımının destekçileri, ABD-NATO’nun Ukrayna’da Rusya ile savaşının büyük ölçüde tırmandırılmasında askeri ve mali destek verenler kendileri değildi. Sanki göçmen karşıtlığı, enerji sorunu ve yoksullaşmayı besleyen neoliberal kemer sıkma politikalarının uygulanması konularında hemen hemen benzer fikirleri savunan bu partiler değildi. Sanki CDU/CSU’nun başını çektiği “merkez sağ” partiler (AP Başkanlığı için Ursula von der Leyen’i desteklemek üzere) daha seçimler öncesi Fransa’da Le Pen, İtalya’da Meloni liderliğindeki ön faşist partilerle masaya oturmamışlar, onlarla işbirliği yapmaya ve “normalleşme” politikası izlemeye yatkın olduklarının işaretini vermemişler gibi. Ama sadece onlar mı? Sol Parti’nin ve sendikaların yıllardır izlediği reformist, sınıf işbirliğine ve sosyal diyaloğa dayalı politikalara ne demeli? 

Burada kısaca bu reformist partilerden ayrışan AfD gibi önfaşist ve BSW gibi ulusal sol partileri ayrıca değerlendirmek gerekir. Her iki partinin arasında politik programları itibariyle farklılıklar olsa da, seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi aralarındaki seçmen geçişlerinden de görülebileceği gibi gençler, işçiler ve modern küçük burjuvazinin çeşitli kesimlerinin sosyal endişelerine ve çıkarlarına hitap eden ortak politikalar vardır. Her iki partinin asıl amacı kesinlikle “halkın”, “küçük adamın” çıkarlarını savunmak değil, Alman burjuvazisinin ve emperyalizminin belli bir fraksiyonunun çıkarlarını ABD emperyalizmi karşısında bağımsızlaştırmaya, dünya pazarındaki konumunu ihya etmeye dönük ekonomik milliyetçi tedbirleri savunmaktır. Her iki parti de küçük ve orta büyüklükteki Alman firmalarını (“Mittelstand”) ve Alman işçilerini savunmak adı altında nihai olarak Alman büyük sermayesini rakip yabancı sermayeler karşısında korumaktır. Bu nedenle kemer sıkma politikalarında, göçmen düşmanlığında ortaklaşabilen bu partiler örneğin dış politikada, NATO’cu kanattan farklı olarak, Rusya’ya yönelik kısıtlamalara karşı çıkıyor, Rusya (ve Çin) ile “daha dengeli” ilişkiler kurulmasını talep ediyorlar; ama NATO politikalarına ve Almanya’nın silahlanmasına da destek vermeye devam ediyorlar.

Özetle AP seçimlerinde faşizme yönelişin hızlanmasında sorumluluk bakımından önemli pay sahibi, Almanya özelinde görüldüğü gibi, en başta sol reformist partiler ve sendikalardır. Bunlar işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimleri ile modern küçük burjuvaziyi Alman burjuvazisinin peşine takmaktan medet ummakta, bu nedenle işçi sınıfının çekirdek katmanlarını terk ederek işçi sınıfının ve diğer ezilen kesimlerin sorunlarını bilinçli olarak politik gündemin merkezine koymamakta, toplumsal sorunların çözümünü temelde büyük burjuvazi ile işbirliğinde, “sosyal diyalog” da aramaktadırlar. AfD ve BSW gibi partiler ise toplumsal sorunların çözümünde ekonomik milliyetçiliği (“önce Alman sanayisi, önce Alman işçisi”) öne çıkarmaktadırlar. Oysa burjuvazi ile bu sınıf işbirliği politikasının emekçiler açısından geleceği yoktur. Uzun yıllardır süren ekonomik durgunluk ve artan emperyalizm içi rekabet koşulları, Alman burjuvazisinin o ya da bu fraksiyonunun başta Alman işçileri olmak üzere, tüm emekçilere yönelik saldırılarını artırmasını gerektirmekte, olası tüm reform taleplerinin içini boşaltmaktadır. Dolayısıyla bu politikanın kendisi bu partilerin tabanlarında yer alan emekçi sınıflar arasında yaşanan hüsranla birlikte bu partilerin altını oymakta, söz konusu kesimlerin milliyetçi, faşist partilerden çözüm aramasına yol açmaktadır.       

Faşizmin yükselişini nasıl durdurabiliriz?

2024 yılı AP seçimlerinin asıl önemi de buradan kaynaklanıyor. AP seçimleri, sonuçları itibariyle burjuvazinin küreselci kanadının hızla milliyetçilik ve ırkçılık yanlısı faşist kanadın politik yörüngesine yönelmek bakımından önemli bir eşiğin aşıldığını ortaya koymaktadır. Bu yönelişin yakın gelecekte en önemli sonucu yukarda kanıtlarını ortaya koyduğumuz üzere, özellikle savaş ekonomisine doğru hazırlıkların yoğunlaşması, savunma sanayisine ve orduya dönük yeniden yapılanmanın ihtiyaçlarının ekonomide ve toplumda stratejik öncelik kazanması olacaktır. Kıtanın yeniden bir dünya savaşının eşiğine geldiği böylesi bir dönemde ve koşullarda faşist karakterdeki gerici partilerin bir dizi muhafazakar-sağ parti ile gizli ya da aleni olarak işbirliği içinde Alman ve Avrupa emperyalizminin yönelişine ve geleceğine karar verecek olması başta Avrupa olmak üzere dünya işçi hareketi açısından önemli bir tehdit teşkil etmektedir. Zira Alman burjuvazisi dünya çapında yeniden bir askeri güç olma “atılımı”nın bedelini, savaş ekonomisiyle, kemer sıkma politikalarıyla, işçi sınıfına yönelik saldırıların (sendikal hakların sınırlandırılması, çalışma koşullarının ağırlaştırılması, ücretlerin düşürülmesi v.b) daha da şiddetlenmesiyle Alman ve Avrupa emekçi halklarıına ödetmeye çalışacaktır.      

Artık uyan borusu dönemi kapanmıştır. Dönem imdat frenini kimin (hangi sınıfın) çekeceğine karar verme dönemidir. AP 2024 seçim sonuçları ve parlamentonun bileşimi, seçim aritmetiğinin çok ötesinde sınıf mücadelelerinin ve emperyalizmin krizinin daha da şiddetleneceği bir döneme girmiş bulunduğumuzu göstermektedir. İçinde bulunduğumuz dönem sosyalistleri, devrimci Marksistleri, işçi sınıfı ve ezilen halkların en kısa zamanda faşizme karşı bir “birleşik cephe” inşa ederek örgütlenmesi acil göreviyle karşı karşıya bırakmaktadır. Ünlü Alman devrimci Karl Liebknecht’in dediği gibi “barış istiyorsan, savaşa hazırlan” şiarı ileemperyalist burjuvazinin savaşına karşı sınıf savaşını yükseltelim.  

AB’yi bir emperyalist aygıt olarak ortadan kaldırmayı, bankaların ve şirketlerin işçi denetimi altında kamulaştırılmasını hedefleyen, emekçi kitlelerin burjuvaziden ve devletinden bağımsız bir politik hatta işçi-emekçi iktidarı için örgütlendiği bir mücadele için, bir Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri için ileri!