Ocak 2015 Yunanistan seçimleri, basit bir parlamenter yarıştan ibaret değildi. Bu seçim, 2007 sonrası dünya kapitalist krizi ve uluslararası sınıf mücadelesinde bir dönüm noktasına işaret etmektedir. Avrupa Birliği ve Euro bölgesi, tekrardan krizin merkez üssü olarak ortaya çıkmakta. Draghi’nin Euro bölgesinin çöküşünü önlemek için, Avrupa Merkez Bankası’nın “ne gerekirse yapacağı” şeklindeki ünlü açıklamasından sonra ortaya çıkan, finans piyasalarında “istikrar sağlanması”na dair yanılsamalar artık dağılmaya başlamıştır. Euro bölgesinin ekonomisi deflasyon, resesyon ve aşırı borçuluk arasında bir kısır döngünün içine sıkışmış durumdadır. Bu durum çevre ülkelerin yanı sıra, güçlü merkez ülkelerini de etkisi altına almış bulunmaktadır. Öte yandan, gaddarca uygulanan kemer sıkma politikaları artık tamamen iflas etmiştir.
Avrupa Merkez Bankası’nın, uzun süredir ertelenen “parasal genişleme” politikalarını 22 Ocak’ta, tam Yunanistan seçimlerinin öncesinde uygulamaya koyması ise bu başarısızlığın bir göstergesidir. Bu başarısızlığın siyasi karşılığı ise Syriza’nın Yunanistan’daki seçim zaferidir. Bu gelişme bu birkaç gün sonra Philip Stephens’ın Financial Times’a (29/1/2015) isabetli biçimde söylediği gibi “Euro bölgesi’ni felce uğratan açmazı işaret etmektedir.”
Yunanistan seçimlerinin yapıldığı gün, Davos’ta Dünya Ekonomi Forumu için toplanan dünya elitleri, özellikle Yunanistan ve Ukrayna’nın altını çizerek “Avrupa’daki siyasi durumun dünya ekonomisi için en büyük riski teşkil ettiğini” belirttiler.
Yunanistan halkını, bir muhtaçlar ulusu haline getiren beş yıllık sosyal felaketin ardından, bu felaketin bedelini ödemek zorunda bırakılan milyonlar oylarını birer silaha dönüştürerek, cellatlarına, yani Troyka’yı oluşturan Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve İMF’ye ve bunların yanı sıra Troyka’nın uşağı olan Atina’daki burjuva hükümetlere isyan ettiler. Bu hükümetler yanlış biçimde “kemer sıkma” ve “yapısal uyum” olarak adlandırılan ve “Memorandum” şeklinde kodlanarak Avrupa Birliği ve İMF’in “müflis Yunanistan”ı “kurtarma paketleri”nin şartı olarak sunulan toplumsal yamyamlık politikalarını dayatıyorlardı.
Başta sağ kanat Yeni Demokrasi ve neo-liberal “merkez sol” PASOK olmak üzere ülkeyi Troyka’nın emirlerine itaat ederek yönetmiş tüm hükümetler yenilgiye uğradı. Bu partilerden bazıları ağır darbe aldı ya da büsbütün yok oldu: PASOK, aşırı sağ LAOS, PASOK’tan ayrılan en yeni grup olan ve başını Memorandum’u 2010’da ilk kez uygulamaya koyan eski başbakan Yorgo Papandreu’nun çektiği “Demokratik Sol”.
Modern Yunanistan tarihinde ilk kez, sol bir parti seçimden zaferle ayrıldı; kemer sıkma karşıtı reformist Syriza. Sefalete, Memorandum’a ve Troyka’nın tiranlığına son verme vaadinde bulunarak, geniş kitlelerin oyunu kazandı ve seçimden hükümeti kurabilecek şekilde lider çıktı.
Üç yıldan daha kısa bir süre önce, yani, Mayıs ve Haziran 2012’deki seçimlere kadar; Syriza, Yunanistan Komünist Partisi’nden 60’larda ve 90’larda ayrılan gruplarca kurulmuş, sonradan bazı parlamento dışı küçük sol grupların katılımıyla şekillenmiş, işçi sınıfı, sendikalar ve küçük burjuvazi içinde sınırlı bir tabana, gençlik ve öğrenci hareketleri içinde ise marjinal bir role sahip, yüzde 4 civarı oy alan, küçük ve ılımlı bir reformist sol partiydi. Fakat 2012 seçimlerinde yüzde 27 oyla ikinci sıraya fırlayarak ana muhalefet haline geldi. Peki neden?
2010-12 döneminin sosyal yıkımı ve alt üst oluşları (yani kitle gösterileri, başta “Öfkeliler”’in itibarı sarsılmış parlamentonun önündeki Sindagma Meydanı’nı işgali olmak üzere kamu binalarının ve meydanların işgali, genel grevler, Halk Meclisleri ama aynı zamanda da polisin vahşi zalimliği) 1974’te askeri diktatörlüğün çöküşüyle kurulmuş, Yeni Demokrasi ve PASOK hükümetlerinin devridaimi temelinde yürüyen burjuva parlamenter sistemin meşruiyet krizine ve çözülmesine yol açtı.
Syriza da dahil hiçbir parti 2010-12 alt üst oluşlarında öncü bir rol oynamadı. 6 Mayıs 2012 seçimlerine bir hafta kala, Syriza oyları yüzde 8 ile 10 arasında oynuyor ve genel eğilim protesto oylarının “sistem dışı” kabul edilen “küçük” partiler arasında dağılması şeklinde gözüküyordu. Can alıcı değişim, Syriza liderliği “Memorandum’u İptal Edecek bir Sol Hükümet!” çağrısını başlatınca gerçekleşti. Böylece halkın öfkesi ve umutları, kitleleri iktidardaki hükümet yerine inandırıcı bir alternatif olarak gördüğü sola yönelterek Syriza’nın bu beklenmedik, şaşırtıcı ilerlemesinin yolunu açtı. Daha düşük ölçekli olsa da, bir başka beklenmedik gelişme ise Nazi Altın Şafak’ın marjinal bir gruptan, tarihinde ilk kez parlamentoda yer alacak bir güce dönüşmesiyle sonuçlanan yükselişiydi.
Yunanistan’ın tarihsel bağlamında, “Sol Hükümet” çağrısının, sosyal demokrat partilerin, bazen komünist partiler ile beraber bazen ise onlarsız sık sık parlamenter “Sol Hükümet”ler kurduğu diğer Avrupa ülkelerine kıyasla bambaşka bir etkisi var. Yunanistan tarihinde kitelesel bir sosyal demokrasi hiçbir zaman bulunmadı (PASOK, sonradan yozlaşarak neo-liberalizme kayan, burjuva karakterli bir ulusal popülist hareketti.) Ülkede, Nazi karşıtı Direniş’ten güçlü bir şekilde kaynaklanan “komünist tehdidi ezmek” amacıyla yapılan emperyalist müdahalenin ve 1940’lardaki kanlı iç savaşın derin izleri hala varlığını sürdürüyor. On yıllar süren anti-komünist histeriyi ise “solcu” olarak kabul edilen her şeye karşı zulüm, toplama kampları ve cadı avları izledi. Bu durum doruk noktasına CIA denetimindeki albayların 1967’de kurulan diktatörlüğü ile ulaştı. Bu diktatörlük ancak gaddarca bastırılan 1973 Politeknik gençlik ayaklanması ve Cunta yönetiminin, Türkiye’nin Kıbrıs’ı istila edip, adanın yarısını işgal etmesine kapı açan Kıbrıs darbesi sonrası yıkılacaktı. Böyle bir tarihsel bağlamda, “Sol Hükümet” kitlelerin zihninde, Partizan’ların mağlup edilmiş olan devrimci hareketinin siyasi temsilcilerinin iktidarı anlamına geliyordu.
2008 Aralık ayaklanmasında, Atina duvalarında “Varkiza artık bitti” yazması tesadüf değildi. [Atina yakınlarındaki Varkiza’da, Stalinist ihanet sonrası ELAS partizanları silahlarını Britanya ordusuna ve bir gölgeden ibaret olan Yunanistan’ın burjuva hükümetine teslim etmişlerdi.] Aynı şekilde, geçtiğimiz seçim döneminde sağ kanat Samaras hükümetinin, Syriza’nın ılımlılığına rağmen, iç savaş dönemindeki “Yunanistan’ın Sovyetleştirilmesine karşı” “Anavatanın, dinin ve ailenin selameti uğruna”, hatta “Komünist eşkıyaya karşı kazandığımız 1949 zaferini savunmak için” sloganlarını kullanarak hırçın bir anti-komünist propaganda yürütmesi de tesadüf değildi. Bu süreçte Altın Şafak Nazileri ise kendilerini “Syriza’nın komünistlerini ve Marksist anti-milliyetçiliği yenebilecek tek güç” olarak pazarlıyorlardı. Kullanılan sloganların sertliği, Yunanistan’da süregiden keskin kutuplaşmayı göstermektedir.
Liderleri hapiste olan Altın Şafak’ın, faşist iç savaş gündemiyle, seçimlerden üçüncü büyük güç olarak çıktığı kimse tarafın unutulmamalı, affedilmemelidir. Ocak 2015 seçimleri devlet iktidarı krizinin sonu olmayıp, dahası işçiler ve yoksulların Yunanistan’daki ve uluslararası arenadaki egemen sınıflara ve onların zor aygıtına karşı yürüteceği tarihi bir çarpışmaya doğru, kapitalist krizin etkisiyle hızla ilerleyen haşin bir dönemin açılış perdesidir.
Sola doğru kayan halkın Syriza’ya kazandırdığı muazzam zafere rağmen, Syriza liderliği sağa doğru kaydı: “Bağımsız Yunanlar”-ANEL isimli göçmen, Yahudi, İslam ve Türk düşmanı, homofobik ve dini gericiliğe yaslanan aşırı sağ bir partiyle “Halk Cephesi” tipinde bir sınıflar arası işbirliği hükümeti kurdu. Dahası, Syriza başka bakanlıkların yanı sıra, Silahlı Kuvvetler Bakanlığını da ANEL lideri Panos Kammenos’a, yani kötü ünlü bir şovenist ve Yahudi düşmanına verdi. Kammenos aynı zamanda hem Yunanistan armatörlerinin hem de göçmen karşıtı aşırı sağ UKIP’in liderliğini yapan ve kendisinin fikirdaşı olan Nigel Farage’ın yakın arkadaşı. İnsan kaçınılmaz olarak 1973 Şili’sini ve Allende’nin de Pinochet’yi savunma bakanlığına atamış olduğunu hatırlıyor.
Bunun için uyduruk bahaneler sunuldu: Bunlardan biri Syriza’nın hükümeti kurmak için iki sandalyeye daha ihtiyacı olduğu ve Stalinist KKE’nin herhangi bir destek sunmayı inatla reddetmesi sebebiyle bu ittifakın zorunlu olduğuydu. Diğer bahane ise müttefik olarak ANEL’in, çakma parti Potami’dense “ehven-i şer” olduğuydu. (“Nehir” anlamına gelen Potami, medya kodamanları tarafından yapay şekilde oluşturulmuş, merkez sol artıklarını en sağcı türden neo-liberallerle birleştiren bir “parti”dir.)
Oysa Syriza (bugün 2012’ye göre çok daha anlamlı olan) bir koalisyon kurmak için KKE’ye baskı uygulayabilir, en kötü ihtimalle Stalinist liderleri kendi taraftarları karşısında çok zor bir duruma düşürebilirdi. ANEL ve Potami arasında seçim yapmak kolerayla sıtma arasında seçim yapmak anlamına gelir. Ayrıca, KKE’nin katılmaması durumunda dahi, Syriza 149 koltukla bir azınlık hükümeti kurabilirdi. Diğer partilerin çekimser oy kullanması ya da oylamaya katılmamaları durumunda, yani “müsamaha oyu” kullanmaları durumunda bu formül başarılı olabilirdi. Aksi takdirde ise, bu partiler kimsenin istemediği yeni bir seçimin sorumlusu durumuna düşerlerdi.
Syriza-ANEL koalisyonunun seçimlerden önce alınmış bir karar olduğu ayan beyan ortada (Kammenos bunu saklama çabasına dahi girmedi). Zaten bu karar seçim gecesinde, diğer seçenekleri denemek için resmi bir girişimde dahi bulunulmadan ve hem partinin kendisinin hem de taraftarlarının arkasından iş çevrilerek alelacele duyuruldu.
Bu yangından mal kaçırma davranışı için öne sürülen temel mazeret ise “Syriza’nın 28 Şubat’ta bitecek olan kurtarma programı ile ilgili olarak AB ile yürüteceği zorlu müzakereler sırasında sağlam bir zemine dayanabilmek amacıyla [burjuva] yurtsever ve kemer sıkma politikaları karşıtı güçlerle hiç vakit kaybetmeden koalisyon kurmak zorunda olması”. Sözkonusu sınıflar üstü “Kemer sıkma karşıtı milli birlik” stratejisi, Yunanistan ve Avrupa’daki müflis kapitalizmin krizinden sosyalist çıkış yolu ve işçi iktidarı için uluslararası sınıf mücadelesi stratejisinin tam karşısında yer almaktadır.
Syriza’nın gerici milliyetçilerle sınıf işbirliğinin gerekçelendirilmesi sürdürülemez olmakla kalmayıp aynı zamanda kendi ayağına sıkan bir nitelik taşımaktadır. AB emperyalistleri ve uluslararası tefecilerle yaşanacak kaçınılmaz çarpışma sırasında, işçilerin ve halkın çıkarlarını gerçekten korumak için kullanılabilecek herhangi bir zeminin altı, emperyalist AB’den kopmanın reddi ve eşi benzeri görülmemis bir dünya kapitalist depresyonu sırasında imkânsız bir “milli kapitalist çözüm”ün peşinden koşan müttefik burjuva güçler tarafında oyulacaktır. Bu, emperyalist yağmacıların kurduğu boyunduruğu yenilgiye uğratmanın değil, Yunanistan’da ve Avrupa’da sosyalist devrim doğrultusunda yükselmekte olan güçleri yenilgiye uğratmanın stratejisidir. Brüksel, Berlin ve Washington bunu gayet iyi bilmektedirler.
Syriza oldukça olanaksız bir uzlaşma talep etmektedir. Hükümet olarak ayakta kalabilmek için, kemer sıkma politikalarına karşı mücadele ederek halkın beklentilerini karşılaması gerekmekte; fakat bu AB’nin ve Almanya’nın kemer sıkma dayatmalarıyla çatışmak demek. Kemer sıkmaya karşı mücadele etmek Yunanistan’ın artık sürdürülemez haldeki borç yükünü üstünden atarken bir yandan da Grexit olarak adlandırılan Yunanistan’ın Euro bölgesinden çıkışının sonuçlarından da kaçınmak anlamına geliyor. Syriza hasmane fakat aynı zamanda da ürkmüş bir AB ile pazarlık ederek, bugüne kadar uygulanan kemer sıkma politikalarının krizle başa çıkmaktaki başarısızlığının zorladığı uluslarası yeniden müzakerelerde kendine bir yer bulmayı umuyor.
Yunanistan’daki yeni hükümet, işten çıkartılmış kamu sektörü işçilerinin tekrar işe alınacağını ve limanlar ile elektrikte gündemde olan özelleştirmelerin iptal edileceğini ilan ederek işe başlarken gösterişli Finans Bakanı Yanis Varufakis hem Memorandum’un uzatılmasını hem de nefret edilen Troyka’nın dönüşünü reddederek Eurogroup başkanına açıkça kafa tuttu. Bu durum Yunanistan halkını memnun etmiş olsa da aynısı Berlin ve Brüksel için söylenemez. Kaydadeğer bir gelişme olarak ise, Obama okyanusun diğer tarafından arayarak yeni Başbakan Çipras’a tebriklerini ve kemer sıkma politikalarına karşıtlığını ifade etti!
Varufakis Avrupa başkentlerini turlayıp, çatışma değil “görüşme” amacı güttüğünü söylerken, çatışma başladı bile. Berlin herhangi bir değişimin karşısında olduğunu açıkca ifade etti. Avrupa Merkez Bankası Yunanistan bankalarını finanse etmeyi keserek Mart’tan sonra onları çökertebilecek araçları elinde bulunduruyor. Birleşik Krallık Ekonomi Bakanı George Osborne, Varufakis’le olan görüşmesinin ardından “Yunanistan ve Euro bölgesi arasındaki açmazın küresel ekonomi için büyük bir risk” olduğunu vurguladı.
AB’nin Güneydoğu Ukrayna’daki iç savaşın kızışmasının sorumluluğunu Rusya’ya yükleyerek “oybirliği” ile aldığı yeni yaptırım kararlarının Yunanistan’ın yeni hükümeti tarafından başlangıçta sorgulanması emperyalist Batı’daki yönetici sınıfların korkularını pekiştirdi. Fakat Çipras hükümeti kısa sürede kararın kendisini değil, alınış biçimini yani kendilerine danışılmamış olmasını sorguladıklarını belirtti. Sonrasında ise yeni Dışişleri Bakanı Nikos Kocas (KKE’de Stalinizm’in başpapazı olarak başlayıp, oradan PASOK’ta Yorgo Papandreu’nun yakın danışmanlığına, ardından ise şimdiki hükümette Dışişleri Bakanlığı’na geçen bir oportünist) AB’nin Rusya’ya karşı yaptırımlarını Eylül 2015’e kadar uzatan belgeyi imzaladı. İmzalarken de “Ben Rusya’nın kuklası değilim (…) Biz bütün yaptırımlara karşı değiliz. Biz de anaakımın parçasıyız. Bizler yaramaz çocuk değiliz.”(Mail On Line 31/1/2015) şeklinde yaltaklanmacı bir açıklamada bulundu.
Belli bir bakış açısından, Syriza-ANEL hükümeti, dünya krizinin bu aşamasında Yunanistan toplumunun tüm çelişkilerini içinde barındıran geçici bir oluşum olarak görülebilir. Er ya da geç bu çelişkiler patlayacak. Bu hükümetin, iktidar mücadelesi için gerçekleşecek belirleyici çarpışmaya giden geçiş aşamasındaki Kerensky tipi bazı özelliklerinin olduğunu belirtmek gerek.
EEK kitlelerle beraber tüm cephelerde savaşarak proletaryanın öncü gücünü devrim ve karşı-devrim arasında gerçekleşecek çarpışma için hazırlıyor, örgütlüyor ve eğitiyor. Seçimlere kendi listemiz ve programımızla yaptığımız bağımsız müdahalenin sebebi tam da bu: Syriza’nın kuyruğuna takılmadan ama sırtımızı da onu izleyen kitlelere dönmeden işçi sınıfının içinde devrimci alternatifi inşa etmek.
Üyelerinin çoğu işşiz, kalanları da geçtiğimiz yıllardaki maaş ve emeklilik ödemesi kesintilerinden muzdarip olan küçük bir devrimci parti olarak Mayıs 2014’teki Avrupa seçimlerine ülke çapındaki katılımımızın ardından, bu seçimde de tüm Yunanistan’da bağımsız adaylar göstermenin ağır ekonomik yükünü karşılayamazdık. Bu yüzden ülkedeki 56 bölgenin yalnızca 25’inde seçimlere girebildik. Sadece 2,441 oy yani oyların yüzde 0,04’ünü aldık. Kitlelerdeki baskın eğilim Syriza’ya oy vererek Sağ’dan, kemer sıkma Memorandum’undan ve Troyka yönetiminden kurtulmaktı.
Seçim kampanyasını yürütmek için sadece 2-3 hafta varken ve de kutuplara ayrılmış bir ortamda tüm yoldaşlarımız, Yunanistan’daki herkesin saygısını kazanan kahramanca bir çabaya girişti. Ezilenlerin daha önce ulaşamadığımız tabakalarında sıcak bir karşılık bulduk. Ulusal ve yerel ölçekli televizyon kanalları ile radyo istasyonlarına çıkışlarımız hem derin bir etki yarattı hem de hararetli tartışmalara yol açtı. Müdahalemiz uluslararası alanda da tartışıldı. Sadece DEYK-CRFI içindeki Arjantinli, Italyan ve Türkiyeli yoldaşlarımızdan (Türkiye’den DİP’li yoldaşlarımız kampanyamıza aktif olarak katkıda bulundular, enternasyonalizmi eylemli şekilde gösterdikleri için onlara minnettarız) değil, Rusya ve Ukrayna’dan Portekiz’e, ABD’den İskoçya’ya, İngiltere’ye, Avusturya’ya, Güney Afrika’ya ve Avusturalya’ya uzanan ülkelerden destek bulduk. Bu muharebenin uluslararası önemi tüm dünyadan savaşçıların ilgisini çekti.
Zehirli milliyetçiliğin tüm biçimleri, 1930’lardaki gibi, Avrupa sahnesinde arz-ı endam ederken, EEK’i reformculuk ve merkezcilikten ayıran çizgilerin başında enternasyonalizm geliyor.
Bu cephede iki muharebe özellikle önemliydi. Bunlardan ilki seçimlerden önce çoğunluk kanadı, drahmi’yi geri getirmeyi savunan ve Avrupa’nın sosyalist birleşmesine karşı çıkan “sol” milliyetçilerle ittifak yapması üzerine merkezci ANTARSYA’yla yaşanan mücadele, ikincisi ise seçimlerden ve SYRIZA-ANEL koalisyonunun kurulmasından hemen sonra geçiş taleplerini gündeme getirmemizdi: “Kahrolsun aşırı sağ, milliyetçi, burjuva bakanlar! İşçi sınıfı örgütlerine dayanan, sosyalist bir krizden çıkış programına sahip bir Syriza/KKE sol hükümeti için ileri!”. Çağrımız, Syriza’nın üyeleri ve taraftarları arasında ve hatta bürokratik sekterliğin ve durumdaki değişim karşısında körlüğün pençesinde bulunan KKE’nin tabanında dahi karşılık buldu. En önemli Syriza yanlısı günlük akşam gazetesi Efimerida ton Syntakton (28/1/15) Syriza’nın aşırı sağ milliyetçi parti ANEL ile sınıf işbirliğine karşı çağrımıza orta sayfalarında kayda değer bir yer verdi.
Hem sekter körlükle hem de yeni hükümete oportünistçe uyum sağlanmasıyla mücadele ediyoruz. Borçların silinmesi, kemer sıkma politikaları ve işsizliğin sona erdirilmesi, AB, ABD ve NATO emperyalistleriyle bağların koparılması, ekmek, iş, özgürlük, sağlık ve eğitim uğruna mücadele, bizden yani halktan çaldıkları hayatı geri kazanmak şeklindeki geçiş taleplerimizle sınıf mücadelesinde yerimizi alıyoruz. Böylelikle yeniden kazandıkları umutları ve cesaretleriyle, kaderlerinin belirleneceği sınıf mücadelesi arenasına giren geniş kitlelerle bağlar kuruyoruz.
3 Şubat 2015