Bir işçi için hayat boyu iş güvencesinden daha önemli bir şey var mıdır? İşçi sınıfının bütünü için işsizlik illetinin ortadan kalktığı, tam tersine ekonomide işgücü eksikliğinin hissedildiği durumdan daha iyisi olabilir mi? İşgücü eksiği olunca toplum işçiyi el üstünde tutmak zorunda kalmaz mı? İşçinin köylünün çocuğu için her köye kadar uzanmış sapasağlam bir eğitim sistemi, spor olanakları, ergen yaşına geldiğinde ucuz kitap, her mahallede, her fabrikada spor kulüpleri, bütün sporlarda dünya şampiyonları yetiştiren bir sistem en çok ihtiyaç duyduğu şeyler değil midir? Yaşlanan işçi ne ister? Parasız, kaliteli, ileri düzeyde gelişkin bir tıbba dayanan bir sağlık sistemi, geleceğinden korkmadan yaşayabileceği bir emeklilik sistemi değil mi? “Ev hanımı” olarak anılan ama aslında en ağır işleri yapan kadınların, üzerlerindeki yükün kreşler, ortak çamaşırhane ve aş evleri ve parasız sağlık sistemi sayesinde azalmasının, ev dışında çalışma olanaklarının her geçen gün artmasının yanı sıra, erkeğe ekonomik bağımlılık yaşamadan karar verebilmeleri için en önemli nokta olan emeklilik hakkına da sahip olmaları ne değerlidir kadın için!
İşçi sınıfına bütün bunları sağlayan bir devlet yapısı 20. yüzyılda mevcuttu. Adı da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği idi. Bundan 100 yıl önce, 30 Aralık 1922’de 1917 Ekim işçi sınıfı devriminin ürünü olarak kurulmuştu. Bu devletin merkezî iktidar kaynağı parlamento değil, işçilerin, köylülerin, üniforma altındaki emekçiler olan askerlerin kendi temsilcilerini seçerek kurduğu şûrâlar, konseyler, Rusça adıyla sovyetler idi. İşte bu Sovyetler, bu yeni emekçi iktidarı büyük ölçekli bütün üretim ve dolaşım araçlarını, yani fabrikaları, tersaneleri, madenleri, demiryollarını, deniz ticaretini, büyük perakendeci ve toptancı ağlarını ve elbette bankaları ve bütün finans kuruluşlarını kamulaştırdı, devletin mülkiyeti altına aldı. Her şey devletin elinde olunca bütün büyük ekonomik kararları aynı anda vermek yani merkezî planlama yapmak mümkün hale geldi. Böylece planlı şekilde görülmemiş hızda bir kalkınma gerçekleşti, bu hızlı tempoda gelişme ise işsizliği toplumun sözlüğünden çıkardı. Yani fabrikalar, bankalar devletin, devlet işçinin olmuştu bile!
Şimdi bazı işçi arkadaşlarımızın “bundan bize ne, bu Rusların devletiydi” dediklerini duyar gibi oluyoruz. Velev ki öyle olsun, dünyanın dört bir köşesindeki her işçinin, hele Rusya’nın komşusu Türkiye’nin işçi sınıfının Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği denen (kısa adı SSCB) bu devletin işçi sınıfı için başardıklarından ders çıkarması gerekmez mi?
Velev ki dedik. Çünkü Rusların devleti değildi bu devlet. Aynı zamanda başka halkların, bu arada Müslüman ve Türki halkların da devletiydi. Azeriler, Özbekler, Türkmenler, Kırgızlar, Tacikler, Kazaklar, Tatarlar, Kalmuklar, Dağıstanlılar, Rusya’dan göçmemiş bütün Çerkes boyları, say say bitmez! Onlar da aynen Ruslar ve ülkenin diğer Hıristiyan ve Yahudi halkları gibi, işçi devletinin yarattığı olanaklardan yararlandılar üç çeyrek yüzyıl boyunca. Azeri işçilerinin iş güvencesi de vardı, Özbekler de işsizlik korkusu olmadan yaşıyordu, Kazaklar da çocuklarını parasız ve kaliteli okullarda okutuyor, Türkmenler yaşlıları hasta olunca hastane kuyruklarında çile çekmiyordu.
Bu devletin adında “Rus” ya da “Rusya” var mı? Yok! Neden yok? Siz başka hiçbir devlet biliyor musunuz günümüzde bir ulusun veya bir coğrafyanın adıyla anılmayan? Bir düşünün bakalım.
Tabii ki başkası yok. Neden? Çünkü 20. yüzyılda işçi sınıfının en büyük siyasi önderi olan Lenin, bu devletin lideriydi ve bir ulusa değil, bütün ulusların proletaryasına, yani dünya işçi sınıfına ortak olarak ait olacak bir devlet kurmuştu!
Müslüman ve Türki halklar bu devletten büyük yarar gördüler. Ekonomik bakımdan daha geri yapılarını bu sayede hızla modernleştirdiler. Lenin’in bilinçli şekilde ilke haline getirdiği bir politika sayesinde kendi dillerini, kendi kültürlerini, kendi eğitim sistemlerini, hatta yerel işler bakımından kendi yönetimlerini geliştirdiler. Ama SSCB’nin başarıları karşısında (uzaya ilk canlıyı da ilk insanı da SSCB yolladı, ABD değil!) birlikte mutlu oldular. İşçi sınıfının kenetlenmesi için aynı ulustan ya da dinden olması gerekmiyor! Bu sayede toplumlarını proleter anlamda laikleştirdiler. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin hiçbirinde, uzun yıllar laikliğiyle övünen ama bugün ciddi şekilde geri düşmüş olan memleketimizde bile laiklik halkın bilincine böylesine sağlam yerleşmedi. Bugün Türkmenlerle, Özbeklerle, Azerilerle iç içe yaşıyoruz. Memleketimizde çalışanları çok. Onlar da işçi kardeşlerimiz. Aralarında bağnaz, yobaz, sabah akşam başkasının dinine imanına ibadetine karışanlar var ama az. Dünyevi işleri işçi sınıfını bölmeden düşünmeyi öğrenmiş çoğu. Gelecekte bu değişebilir kuşkusuz. Ama Sovyet kuşakları bambaşka yetişmişti.
SSCB kendi içinde yaşanan birtakım talihsiz gelişmeler sonucunda 1991’de dağıldı. Biz, SSCB’nin yaşadığı bürokratikleşmeyi ve bunun sosyalizme gidişe zarar verdiğini, hatta kapitalizmin geri geleceğini önceden görüp herkesi uyarmış bir siyasi akıma, uluslararası devrimci Marksist harekete mensubuz. Hem SSCB ayaktayken hem dağıldıktan sonra yazdıklarımız ortadadır. Ama burada bunlara girersek bu yazı bitmez. Temel neden, teknolojiyi ve bilgiyi elinde tutan bütün zengin ülkelerin kapitalist olduğu bir dünyada sosyalist bir devletin yaşamasının zorluğu idi.
Ama bugün kapitalizm dünyayı öyle büyük bir sefalet ve tehlikeye sürüklüyor ki sosyalizm işçi sınıfının gündemine yeniden girdi. Sosyalizmin kazanması ancak işçi sınıfının politik olarak burjuvaziden bağımsızlaşmasıyla olacaktır. Bu gerçekleştiğinde ihtiyaç olan, adında ulus veya coğrafi bölge olmayan, bütün dünyanın işçilerini kucaklayarak genişleyecek olan bir devlettir. Bizim işçi sınıfımız da herkesin kendi dilini, kültürünü, eğitimini, yerel ve bölgesel işlerinin yönetimini elinde tutacağı, bütün ulusların özgür ve kardeş olacağı böyle bir federasyonda yer almalıdır. İşçi sınıfının en güzel devleti geçmişte kalmadı, geleceğin en güzel devleti olacaktır!