Üç yaşındaki Aylan Kurdi’nin ailesiyle birlikte, su alan bir bot içinde Yunanistan’a geçmeye çalışırken boğulması ve küçük bedeninin Bodrum sahillerine vurması, içinde insanlık kalmış olan milyonlarca insanı nihayet uyandırdı. Ama eğer bu duygusal tepki kalıcı bir mücadele ile pekiştirilmezse, toplumsal duyarlılık örgütlenmeye ve eyleme dönüştürülmezse, uyanış çabucak aşınacak, ırkçılık ve milliyetçilik yine başını kaldıracak, göçmenlerin ve iltica hakkı arayanların (yaygın ama kulak tırmalayan resmi deyimle “sığınmacılar”ın) sorunları yine hasıraltı edilecektir.
Göç, bütün tarih boyunca dünyanın bütün kıtalarında yaşanmış bir toplumsal olgudur. Kavimler göçü, bütün coğrafyaların nüfus bileşimini tarihin çeşitli aşamalarında değiştirmiştir. Geçmişte göçler esas olarak üretimin yetersizliği dolayısıyla kavimlerin yaşam koşullarını başka yerlerde aramasından olurdu. Son 250 yıldır dünyaya damgasını vuran kapitalizmi yücelten ideologları, bu üretim tarzının yarattığı zenginliğin göz kamaştırıcı karakterinden sık sık söz ederler. Ama modern kapitalist toplumda da açlık, yoksulluk ve toplumsal sarsıntıların sonucu olarak göç sürekli bir olgu olagelmiştir. Çünkü kapitalizm bir kutupta zenginlik yaratırken, karşı kutupta mülksüzleşme, yoksulluk, işsizlik ve sefalet yaratır. Bu koşullarda ortaya çıkan savaşlar da hem göçü, hem de siyasi iltica dalgalarını daha yüksek düzeylere taşır.Akdeniz’de yaşanmakta olan trajedi kapitalist uygarlığın yüz karasıdır!
Bugün dünyanın dört bir köşesinde, Latin Amerika ülkelerinden ABD’ye, güney Asya ülkelerinden petrol zengini Körfez ülkelerine, kara Afrika’nın en yoksul ülkelerinden Güney Afrika ya da Nijerya gibi, kendileri de açlık ve sefaletin ortasında yaşayan ama doğal zenginlikleri (petrol, değerli madenler vb.) sayesinde gelir düzeyleri ortalamanın üzerine yükselmiş ülkelerine, eski Sovyet cumhuriyetlerinden Avrupa’ya, büyük ve aralıksız göç dalgaları yaşanıyor.
Akdeniz bölgesinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya göç de bu genel olgunun asli bir parçasıdır. 2015 yazı bu göç ve iltica akımının büyük bir patlamayla kriz haline dönüştüğü dönem olmuştur. Bu yıl Akdeniz’den Avrupa Birliği’ne (AB) göç ve iltica arayanların sayısı şimdiden 300 bini geçmiştir. Geçen yılın tamamında ise bu sayı 219 bin idi. Göç ve iltica arayışındaki yüz binler Avrupa Birliği’nin bu nüfus hareketlerini durdurma politikası yüzünden kendilerini insan tacirlerine teslim etmek zorunda kalıyor. Kırık dökük kara ve deniz araçlarıyla, köle ticareti döneminden kalma görüntüler içinde, çoluk çocuk çıktıkları umuda yolculukta, insanlar kırılıyor. Akdeniz sudan bir mezarlık olmuştur. Bu yaz Akdeniz’de hayatını yitiren insan sayısı şimdiden 20 bini aşmıştır! AB emperyalistleri kendi sömürü politikaları dolayısıyla yoksul kalan birtakım ülkelerde kendi kışkırttıkları savaşlarda, Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da kırılmamak için canını Avrupa’ya atmak isteyen insanların önüne engeller yerleştirerek onların canını almaktadır!
Günümüzde AB hükümetleri içinde farklı eğilimler görülüyor. Almanya ve Avusturya mültecileri bir ölçüde bağrına basarken, sadece Doğu Avrupa ülkeleri (Macaristan, Slovakya vb.) değil, Fransa gibi geleneksel olarak ilticaya açık bazı ülkeler dahi son derecede katı tutumlar benimsiyor. Bunun en önemli nedeni, faşist ve proto-faşist (yani henüz faşist olmamakla birlikte içinde faşizmin tohumlarını taşıyan) gerici, milliyetçi, göçmen düşmanı hareketlerin gücüdür. Onlar bastırdıkça geri kalan güçler de daha gerici konumlar benimsiyor. Fransa’da Marine Le Pen yönetimindeki Milliyetçi Cephe (FN) bu türdendir. Almanya ise hem Yunanistan krizinde kaybettiği itibarını onarma, hem de genel ücret düzeyi üzerinde aşağı doğru bir basınç sağlayacak bir yedek sanayi ordusu yaratma çabası içindedir.
Bugün Avusturya ve Almanya’da hayır kurumları ve kendine sivil toplum örgütü adını takan projeci kuruluşlar tarafından mültecilere sunulan hizmetlere ya da Papa’nın kilisenin Avrupa çapında her mıntıkasının bir mülteci ailesini ağırlaması çağrısına katiyen güvenmemek gerekir. Meseleyi işçi sınıfının kendi ellerine alması gerekir.
AKP hükümetinin suçları
Ancak Tayyip Erdoğan’ın ve Ahmet Davutoğlu’nun suçu Avrupa’nın üzerine atarak kendilerini temize çıkarma çabası kabul edilemez. AKP hükümetleri bugün yaşanan dramdan birinci derecede suçludur. Afganistan ve Libya’da emperyalizmin politikalarını desteklemiş olması Suriye’de işlediği suçlar yanında silik kalır. Türkiye, 2011 sonbaharından itibaren başta DAİŞ ve El Nusra olmak üzere mezhepçi ve tekfirci grupları silahlandırarak, Esad’a karşı savaşlarında onlara bir güvenli bölge sunarak, Suudi Arabistan ve Katar’ın para yardımlarının aktarma kayışı olarak, dünyanın dört bir yanından kafa kesmeye gelen militanlara Suriye ve Irak’a emniyetli geçiş sağlayarak Suriye’yi kanın oluk oluk aktığı bir iç savaşa sürükleyen devletlerin başında yer almıştır. Savaş öncesinde nüfusu 23 milyon olan Suriye’nin 5 milyona yakın insanı bugün ülke dışında yaşıyor. Ülke içinde yerinden yurdundan olmuş çok daha fazla sayıda insanı da buna eklemek gerekir. AKP hükümetinin politikası, Suriye’nin toplum dokusunun baştan aşağı paralanmasına yol açan etkenlerin başında geliyor. Aylan bebeğin ölümünden AKP de emperyalizm kadar sorumludur!
Yurt dışına kaçan Suriyelilerin 2 milyonu Türkiye’de. Ülkemizin yasaları, iltica konusunda neredeyse bir apartheid sistemi kadar ırkçı. Türkiye, Avrupa’dan gelenler dışında başka mülteci tanımıyor. 1951 Cenevre Antlaşması’nın güncellenmesi sırasında koyduğu kısıtlayıcı kayıt yol açıyor bu duruma. Sabah akşam “din kardeşlerimiz” diye ahkâm kesenler, iltica konusunda Batılılara verilen haklardan zerre kadarını Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkaslar gibi Müslüman çoğunluklu ülkelerden sığınma hakkı isteyenlere tanımamış. Eskiden bunların hiçbir statüsü yoktu. Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılmak Suriyelilerin gönlünü kazanmayı gerektiriyordu. İltica hakkı arayışında olan Suriyelilere önce “misafir” dendi. Şimdi “geçici koruma” rejiminden yararlanıyorlar. 2 milyon insanın 250 bini kamplarda yaşıyor. Onların hiç olmazsa asgari ihtiyaçları gideriliyor. Dışarıda kalan büyük çoğunluk, başını sokacak bir çatı, çocuğunu okutacak bir okul, yaşlı anasını hastalanınca götürebileceği bir hastane, hatta yiyecek ekmek bulmakta zorluk çekiyor.
Elbette, mülteci sorunu da bir sınıf sorunu. Savaş tırmanınca varlığına halel gelmesin diye satıp savarak gelen zenginler de var. Hatta buraya gelince iş kurup zenginliğine zenginlik katan da. Bunların çocukları için özel okullar açılıyor, eğitimleri devam ediyor. Özel hastanelerde tedavi görmeleri kolay. Bunların önemli bir bölümü, şimdi insan tacirlerine binlerce avro dökerek Avrupa’ya geçiyor. Geride en yoksullar kalacak yakında. Geri kalan Suriyeliler tarımda, inşaatlarda, mevsimlik işçilikte, tekstilde, her sektörde yasadışı ve ucuz işgücü olarak çalışmak zorunda. Bunların çocuklarına okul açsanız da gidemezler. Neredeyse en küçük çocuğa kadar hepsi çalışmak zorunda, çünkü karın tokluğuna yetecek kadar bile ücret alamıyorlar. Yevmiyeleri yaklaşık 30 lira, bunun bir bölümü de dayıbaşlarına gidiyor. Türkiye’nin kapitalist sınıfı Suriyelilerin yaşadığı felaketi kârına kâr katmak üzere istismar ediyor.
Suriye iç savaşının sonu ufukta görünmüyor. Bu mültecilerin kimi dört yıl önce bu ülkeye geldi. Geri dönüş zor. Bu insanların büyük bölümü kalıcı. Türkiye işçi sınıfı, bağrında gelişmekte olan bu yeni toplumsal gruba ve öteki göçmen ve mültecilere ilişkin bir tutum geliştirmekte geç bile kaldı!
Acil tedbirlerden gerçek çözüme: sınıf mücadelesinden işçi iktidarına
Devrimci İşçi Partisi, emperyalist kapitalizm ayakta kaldıkça, bir yandan emperyalist sömürü mekanizmalarının yarattığı yoksulluk ve sefaletin, bir yandan emperyalizmin kışkırttığı savaşların sonucunda göç ve iltica olgularının kalıcı olduğu bilinciyle, bu sorunun ancak dünya çapında eşitliğin yerleşmesini ve yoksul ülkelerin sömürülmesine son verilmesini sağlayacak olan sosyalizmin uluslararası çapta zaferiyle sona ereceğini ilan eder.
Ne var ki, sosyalizmin zaferine giden yolda bir dizi somut acil tedbir ve talep, her aşamada daha fazla işçi iktidarına bağlanarak formüle edilmelidir. Bu uluslararası alanda yapılacak bir çalışma ile bütünsel bir hal alacak bir eylem programında somutlaşmalıdır. DİP şimdiden sorunun Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesi ve Türkiye’yi ilgilendiren boyutlarında uluslararası işçi hareketinde tartışılmak ve ileri taşınmak üzere bir ilk program sunuyor.
· Avrupa yollarına düşmüş, çoğu Suriyeli ve Afgan mülteciler için her ülkenin işçi hareketinin Emekçi Dayanışması benzeri bir adla kendi ülkesinin topraklarından geçmekte olan sığınmacılara insani yardım, hukuki ve siyasi destek sağlaması. İşin hayır kurumlarına, STK’lara, kiliseye bırakılması mülteci ve göçmen kitlelerin ipinin burjuva devletine teslimi anlamını taşır. Burjuva devletleri, işgücü açığı olduğunda daha liberal, işine gelmediğinde ise daha engelleyici politikalar benimseyecektir. İşçi hareketi, göçmen ve mülteci kitlelerle birleşerek burjuvazi ve devletine karşı bir ortak cephe oluşturmalıdır.
· Türkiye’de de bu isimle sendikalar, meslek odaları, barolar, insan hakları kuruluşları gibi örgütlerin kuracağı, devletten bağımsız çalışacak, esas ağırlığı Suriyeli göçmenlerin çalışma, barınma, sağlık ve eğitim ihtiyaçlarına verecek bir örgütlenme oluşturulması. Türkiye artık göç alan bir ülkedir. 2 milyon Suriyelinin emekçi katmanları ise kalıcıdır. İşçi hareketinin bu gerçekle hesaplaşması gerekiyor. “Kendi vatandaşımız dururken Suriyeli’ye mi iş ve ev bulacağız?” diye soranlar, hem Türkiyeli, hem Suriyeli işçilerin aleyhine bir tavır ortaya koymaktadır. Suriyeliler aç açıkta bırakıldıkça, konut desteği almadıkça daha ucuza, daha uzun saatler çalışmayı kabul etmeye zorlanacak, Türkiyeli işçilerin karşısında daha fazla rekabet faktörü olacak, ücret düzeyinin daha da fazla düşmesine yol açacaktır. Türkiye işçi hareketi Suriyelilerin haklarına ne kadar sahip çıkarsa, sınıfın iki bileşeni o kadar yakınlaşacak, birlikte sermayeye karşı mücadele olanakları o kadar yükselecektir.
· Türkiye’de var olan yaklaşık bir milyon ünite konut fazlasının, kapanmış dükkânlarda, pazaryerlerinin yakınındaki teneke barakalarda, neredeyse mağara kovuklarında barınmak zorunda kalan Suriyeli ailelere ve Türkiye’nin konut sorunu çeken yoksullarına tahsis edilmesi.
· Türkiye devletinin iltica politikasını toptan değiştirmesi, Doğu’dan sığınma talebiyle gelenlere de mülteci statüsünü tanıması. Suriyeliler de, başka ülkelerden gelen mülteciler de bugün hiçbir sağlam statüsü olmayan, bütünüyle kırılgan durumda bir nüfus kesimini oluşturmaktadır. Kaderleri Türk hükümetinin iki dudağının arasındadır. Bu korkunç durumla mücadele edilmesi, sadece Suriyelilerin daha insanca yaşamasına katkıda bulunmakla kalmayacak, Türkiye işçi sınıfının çıkarlarına da daha uygun bir durum yaratacaktır. Kural olarak, göçmen işgücünün resmi statüsü ne kadar zayıfsa, o kadar kolay sömürülebilir, yerli işçi sınıfı için rekabet tehdidi o kadar artar.
· Bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika Göç ve İltica Fonu oluşturulması, bu bölgenin bütün ülkelerinin ulusal gelirlerinin belirli bir yüzdesini bu fona aktarması, bu fonun her ülkeye mülteci ve göçmen sayısına göre dağıtılması, Emekçi Dayanışması tarafından önceliklere göre tahsisi. Bugün Ortadoğu ülkelerinin hepsi, savaşın bütün toplumsal dokusunu paramparça ettiği Irak dâhil, 4 ila 5 milyon Suriyeli iltica arayışında insanı barındırıyor. Bir tek bu bölgenin, hatta dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alan Körfez bölgesinin krallıkları, şeyhlikleri, emirlikleri hariç! Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’de hiç Suriyeli mülteci yoktur. Bunlar Birleşmiş Milletler’in mülteciler üzerine 1951 tarihli sözleşmesine taraf bile değiller. Oysa Ortadoğu’nun kişi başına gelir bakımından ötekilerle karşılaştırılamayacak kadar zengin ülkeleridir bunlar. Mülteci almıyorlarsa, ekonomik destek vermek zorunda bırakılmalılar.
· Emperyalist ülkelerin ve Suud-Katar-Türkiye üçlüsünün Suriye muhalefetine desteğine son verilmesi, emperyalizmin bütün üsleri, orduları ve danışmanları ile bölgeden çekilmesi. Mültecilere iş, çatı, eğitim ve sağlık olanakları sağlamak ancak geçici bir çözümdür. Esas çözüm Suriye iç savaşını durdurmaktır. Aksi takdirde, bugün bile başa çıkılamayacak boyutlara ulaşmış mülteci krizi, daha da derinleşecektir. Şam’ı Halep’e ve ülkenin batısına bağlayan M5 karayolunun DAİŞ’in eline geçmesi halinde, 8 milyon insanın (Alevi, Hıristiyan, Kürt, Dürzi, Esa yanlısı Sünni) daha iltica edebileceği hesaplanıyor. Öyleyse, gerici güçlerin altı oyulmalı, emperyalizm kovulmalı, Suriye iç savaşına son verilmelidir.
· Ortadoğu ve Kuzey Afrika çapında mezhep ve petrol savaşlarına karşı işçi-emekçi örgütleri, ezilen ulusların mücadelesi, kadın örgütleri, ezilen dini grupların (Alevi, Ezidi, Dürzi, Kıpti vb.)hareketleri ve bütün ezilenlerin temsilcilerini bir araya getirecek bir cephe inşası. Ortadoğu hızla yüz binlerce, hatta milyonlarca insanın canını alacak bir mezhep savaşının içine yuvarlanıyor. Biri İran’ın mollalarının, öteki Vahhabi Suudi krallarının önderliğindeki Şii ve Sünni kamplar, kendilerine yakın öteki bütün ülke ve güçleri de yanlarına çekmeye çaba gösteriyorlar. Tayyip Erdoğan ve AKP de “reis”i bölge lideri haline getirmek için bu kışkırtmanın aktif unsurlarından biri rolünü oynuyor. Suriye savaşı da bunun bir parçasıdır. Buna sadece işçi sınıfı, emekçi köylülük ve ezilen ulus ve öteki grupların ortak bir cephesi karşı koyabilir.
· Körfez şeyhliklerinin petrol ve doğal gaz zenginliğinin kralların, şeyhlerin ve emirlerin yağmasından kurtarılarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika işçi, emekçi ve yoksullarının ihtiyaçları için ortak kullanıma sunulması. Ortadoğu devrimi ancak Körfez’in üzerinde yükseldiği petrol ve doğal gazdan elde edilen toprak rantının kralların, şeyhlerin, emirlerin mülksüzleştirilmesi yoluyla yoksulların kurtuluşu için kullanılması ve Körfez gericiliğinin yenilgiye uğratılması sayesinde ayakları üzerinde durabilecektir.
· Özgürleşmiş bir Kürdistan’ın ve Filistin’in de içinde yer alacağı, Türk, Kürt, Arap, Acem ve Yahudi’nin, bağrında kardeşçe yaşayacağı Ortadoğu Sosyalist Federasyonu için ileri!
Devrimci İşçi Partisi